Turizmde Yükselen Değer: Ekoturizm
Cengiz Yücel / TÜRSAB Ar-Ge
Aşırı sanayileşmeden henüz nasibini almamış, kırdaki doğa ve kültür değerleri canlı biçimde varlığını sürdüren Türkiye, ekoturizmde yükselebilir ama kendi kendine değil!..
‘Katma Değer’, ‘Sürdürülebilir Gelişim’, ‘Plan’, ‘Yönetim’, ‘Program’, ‘İnteraktivite’: Günümüzde birer sihirli kelime gibi her alanda karışılaştığımız bu terimler 2002 yılının “Dünya Ekoturizm Yılı” ilan edilmesiyle yine gündemde.
Kendisi de bir tüketim endüstrisi olduğu halde çevre ile en barışık endüstrilerden biri olan ve doğal çevre ile kültürel mirasın korunması ve geliştirilmesi açısından iyi bir araç olabilecek turizm endüstrisi bu yıl Ekoturizmi tartışacak.
Tek bir tanım üzerinde henüz bir uzlaşmaya varılamamış ekoturizm bu yıl tüm dünyada Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın, Dünya Turizm Örgütü’nün organizatörlüğünde masaya yatırılacak ve bu turizm türünün sürdürülebilir gelişime nasıl katkıda bulunabileceği konusunda kriterler saptanmaya çalışılacak.
2002 yılı aynı zamanda benzer hedeflerle aynı kurumlar tarafından Uluslararası Dağlar Yılı da ilan edilmiş durumda.
Biz de ekoturizmin ne olduğu ve nasıl icra edilmesi gerektiği konusunda yaptığımız aşağıdaki derlemenin bu yıl yapılacak olan bu tartışmalara Türkiye turizm endüstrisi için bir zemin teşkil edebileceği inancındayız.
Yine de hemen bu girizgahta yaptığımız bu küçük araştırma sonucunda elde ettiğimiz güçlü bir intibayı vurgulamak istiyoruz: Sürdürülebilir Ekoturizm kesinlikle devreye ekoturizm kaynağında bulunan yerel kuruluşların, yerel halkın, hizmet ve ürün sunucularının bir araya gelerek oluşturacakları bir yönetimsel organizasyon, plan ve program konusudur. Zaten çevrenin ve kültürün en hassas olduğu yerlerde yeşerebilen ekoturizm kaynaklarının tesadüfen sürdürülebilir olması mümkün değildir.
Geçen yıl Avusturya’nın Salzburg kentinde gerçekleşen Dağlık Bölgelerde Ekoturizm Konferansı’nın sonuç bildirgesinde yapılan önemli tespitlerden birisi ekoturizme çoğu kez yanlış perspektiflerle bakılması idi. Bu konferansta ekoturizmin sürdürülebilir turizm ile eş anlamlı olmadığı, tüm turizm türlerinin sürdürülebilirliğinden söz edilebileceği ancak eko turizmin turizm türlerinden birisi olarak kabul edilmesi gerektiğinin tespiti yapıldı.
Yine bu konferansın sonuç bildirgesinde tur operatörlerinin, ‘eko’ ön ekini çoğu kez tanıtım ve pazarlama maksadı ile kasıtlı ya da kasıtsız yanlış biçimde kullandıkları da vurgulandı.
Uluslararası ekoturizm yılı ekosistemlerin korunmasında, ekoturizmin önemli bir araç olarak kullanılabileceğini vurgulamak ve bu aracın nasıl kullanılabileceği konusunda fikir üretmeyi hedefliyor. İşte bu beyin fırtınaları etrafında yine o sihirli kelimelerin uçuşup durduğunu gözlemleyeceğiz: ‘Sürdürülebilir Gelişim’, ‘Plan’, ‘İnteraktivite’, ‘Yönetim’, ‘Program’, ‘Katma Değer’.
Ekoturizm nedir?..
UNEP’in Ecoturizm and Sustainability araştırmasında bir çok bölge ve kurumun ekoturizmi farklı farklı tanımladığı belirtiliyor. Bununla beraber ekoturizmin temel özellikleri konusunda ortak bir konsensus olduğunu da belirtmek gerekiyor. UNEP’in 2002 yılına girmeden hemen önce hazırladığı bu araştırma bu yıl üzerinde çok
tartışılacak olan bu konuya önemli açılımlar getiriyor. Ekoturizm konusunda çok sayıda tanım mevcut ve bu konuda tam bir fikir birliğine varılmış değil. Zaten eko turizm yılındaki etkinliklerin bir amacı da bu konuda bir uzlaşmaya varmak. Bu çalışmadan derlediğimiz bazı açılımları şöyle aktarabiliriz;
Ekoturizmin dikkat çekici tanımlarından birini yapan Doğa İçin Dünya Fonu (WWF) ekoturizmi, vahşi doğa çevresinde doğal çevreye en az etkide bulunan ve bu arada yerel topluluklara ekonomik fayda sağlayan turizm türü olarak tanımlıyor.
Bu tanımlar nasıl olursa olsun, ekoturizm hakkında üzerinde fikir birliği bulunan temel karakteristikler de var. Bu karakteristikler şöyle sıralanabilir;
• Doğa temelli olması (ziyaretçiler doğal alanlardaki doğal ve geleneksel kültür unsurlarını gözlemliyor ve anlamaya çalışıyorlar)
• Bio çeşitliliğin korunmasına katkıda bulunması
• Yerel toplumların refahını desteklemesi
• Olumsuz çevresel ve sosyo kültürel etkilerin minumuma indirgenmesi için aktivitelerini hem turistler hem de yerel halkın sorumluluğunda düzenlemesi
• Yenilenemez kaynakların minimum kullanımını gerektirmesi
• Yerel mülkiyetin ve yerel topluma dönük istihdam imkanlarının üretilmesini öngörmesi
Ekoturizmin profili
Ekoturizm turlarına katılan gruplar genellikle küçük guruplar. Gruplardaki kişi sayısı çoğu zaman 25 kişiyi aşmıyor. Ekoturizm merkezlerinde yer alan konaklama üniteleri de büyük çoğunlukla 100 yatak kapasitesini aşmayan ünitelerdir. Bu alanda çalışan seyahat acentaları/tur operatörlerinin de ağırlıklı olarak küçük ve orta ölçekli işletmeler olduğu biliniyor.
Bu turizm türünde ziyaretçilere bölgenin ekosistemi, yerel kültürler ve sürdürülebilirlik konularında yapılan bilgilendirmeler büyük önem taşıyor.
Yerel halk ekoturizmden en fazla etkilenecek ve en fazla kaybedebilecek kesimdir. Bu nedenle, yerel halkların bölgelerinde gelişen turizmin yol açacağı etkiler konusunda önceden bilgilendirilmeleri ve bölgelerinde turizm gelişimini resmen kabul etmiş olmaları bir ekoturizm prensibidir.
Ekoturizmde trendler
UNEP’in araştırmasına göre, ekoturizm bugün turizm endüstrisinin en hızlı büyüyen segmentlerinden biri olarak kabul ediliyor. WTO’nun uzun dönemli tahminlerine göre ekoturizm hem turist sayısında hem de toplamdaki payı itibarı ile yüksek bir hızla yükselmeye devam edecek.
WTO’nun 1997 yılında yaptığı bir araştırma ekoturizmin bir formu olarak kabul edilen doğa seyahatlerinin bütün uluslararası turizm harcamalarının içinde yüzde 7 civarında bir ağırlığa sahip olduğunu gösteriyordu. Dünya Kaynakları Enstitüsü’ne göre 1990’lı yıllarda tuizmin genel büyüme hızı yıllık ortalama yüzde 4 iken bu hız doğa seyahatleri segmentinde yüzde 10 ile 30 arasında idi.
WTO, ekoturizmde yapılan seyahat harcamalarının dünya ortalamalarının 5 katı kadar fazla hızla arttığını belirtiyor. Bu artış hızı yıllık yüzde 20’ye tekabül ediyor.
Doğa temelli turizme yönelen talebi etkileyen bir unsur da dünya çapında giderek artan çevre bilincidir. Doğa belgeselleri ve yayınları bir çok destinasyonu eskisinden çok daha fazla tanınır kılmıştır.
Turizmle ilişkili aktivitelerin ekonomik değerini ölçmek zor. Ekoturizme çok çeşitli tipte ve büyüklükte iktisadi girişim katılmaktadır. Bu işletmelerin bir kısmı diğer turizm aktivitelerine de katılıyorlar.
Doğa temelli turizm özellikle de endüstriyel ya da finansal üretimlerin daha zayıf olduğu gelişmekte olan ülke ekonomileri için yaşamsal bir rol üstleniyor. Bununla beraber bu ülkelerde turistlerin çokça ziyaret ettiği merkezler oldukça kritik koruma alanları olabiliyor ve bu tip turizme bağımlı olan bu merkezler çoğu zaman turizmin yarattığı ekonomiden faydalanamıyor ya da ekosistemler için gerekli koruma buralarda sağlanamıyor.
Uluslararası Doğa Koruma Birliği (IUCN) dünyadaki park programlarının bir çoğunun finansal kaynak yetersizliğinden korumaya minimum düzeyde fon ayırabildiğini vurguluyor. Böyle olunca da turizm bu merkezlerde zararlı etkide bulunabiliyor. Parkların bir çoğu yeterli ziyaretçi yönetimi sistemlerine sahip değil. Bazı ülkelerde ise ekoturizim endüstrisi park yönetimlerinin yetersiz bütçeleri ile sınırlı kalabiliyor.
Geçen on yıl ulusal parklara yapılan ziyaretlerde büyük bir artış yaşanması turizm talebinin yönünü geleneksel Avrupa destinasyonlarından, gelişmekte olan ülkelere yöneldiğini gösteriyor.
Örneğin Kosta Rica’nın parklarını 1987 yılında 65 bin kişi ziyaret ederken, bu rakam 1998 yılında 400 bine çıkmıştır. Diğer ülkeler de aynı dönemde benzer trendlerle karşılaşmışlardır.
Dünya Bankası’na göre ekoturizm kültür ve macera turizmi ile birlikte paralı, kalış süresi daha uzun olan ve kaldığı yerde daha çok para harcadığı halde oraya en az çevresel ve kültürel etkilerde bulunmayı isteyen turistlerden oluşan üç niş pazardan birisidir.
Turizm tercihlerini yansıtan anketlerde ziyaretçilerin yaklaşık yarısının doğal turizm kaynaklarını ziyaret etmeyi isteği sonucu çıkıyor. Bu çok büyük bir potansiyel pazara işaret ediyor. Ancak, bu yanıtları verenlerin hepsinin küçük gruplar halinde seyahat etmeyi, bölgedeki kültür ve yaban hayatı ile ilgili bir yerel rehberden bilgi almayı istediklerini söylemek zordur.
Ekoturizmin ekonomisi ve ‘Leakage’
Ekoturizmle ilgili göstergeler sağlıklı bir ölçüm için yeterli değil ve elde edilmesi zor göstergelerdir. Zaten endüstrilerin bir sektörünün ölçülebilmesi için herşeyden önce doğru bir şekilde bilimsel olarak tanımlanması gerekir.
Ekoturizm genellikle doğa turizmi ile eş tutuluyor. Bu pazarın gerçek büyüklüklerinin doğru görülebilmesinin önünde genellikle bir engeldir.
Ekoturizmin ekonomik yararını doğrudan ve dolaylı yararları şeklinde ikiye ayırabiliyoruz.
Doğrudan etkiler turistin oradaki faaliyetleri için orada doğrudan ödediği paradır. Ancak, örneğin bir restoran aldığı bu parayı ürünlerinin hammaddesini kendisine sağlayan, ya da ürünleri hazırladığı araç gereci üreten diğer sektörlere vermektedir. Bu da dolaylı etki olarak tanımlanmaktadır.
Ekoturizm için dolaylı ekonomik faydanın yine o bölgede kalıyor olması çok önemlidir. Eğer restoran turiste sunacağı ürün için ürünü bölge dışından alıyorsa burada ‘leakage’ yani ‘ekonominin dışarıya sızması’ yaşanmaktadır. Dışarıya sızdırma oranı büyüdükçe ekoturizmin bölgede yarattığı doğrudan ekonominin bölgedeki koruma ve sürdürülebilirlik etkinlikleri için oluşturulacak fonlara gitme olasılığı azalır.
Dolayısıyla doğal kaynakların olduğu bölgelerde uygulanabilecek bazı projelerin dışa sızdırma oranı ister istemez daha fazla bazılarının ise daha az olduğu söylenebilir.
Örneğin bir çok Afrika ülkesi ekonomisi için doğa temelli seyahat, başta gelen ya da ikinci en önemli döviz kaynağıdır. Bununla beraber safari için yazılmış rehber kitaplardan, safarilerde kullanılan araçlara kadar turizm için kullanılan ürünlerin çoğu ithal edilmekte bu nedenle de dışarıya sızdırma oranı çok yüksek olmaktadır. Oysa ekoturizmin ekonomik katkısı lokal girişimcilerin başarısında aranmalıdır. Ekoturizmde gıda, araç kiralama, taksiler, rehberler, rekreasyon ve el sanatları yerel girişimcilerce karşılanmalıdır. Ekoturizmde bu ürün ve hizmetleri sağlayacak girişimcilerin başarısı leakage oranını azaltacağı için çok önemlidir.
Ancak diğer yandan çoğu küçük ölçekli girişimler olan bu iktisadi teşebbüslerin teşvik ve başlangıç sermayesi gibi desteklere ihtiyacı vardır.
Ekoturizm merkezinde ne kadar çok küçük ölçekli turizm girişimcisi olursa yerel halkın turizm faaliyetlerinden faydalanma oranı o oranda artacaktır. Böylece ‘dışarı sızıntı’ oranı azalacaktır.
Ekoturizm geliştirilecek bölgede küçük ölçekli işletmeler az ve geliştirme imkanları da yok ise o zaman leasing ücretleri, toprak kiraları, kişi başı kullanım ücretleri gibi ücretler konularak, bu fonların yine bölge halkına aktarımı sağlanmalıdır. Böylece dışarıya sızıntı oranı azaltılabilir. Yerel girişimlerin başarısı ise kültürel değerlere ve yerel ürünlere artı değer katacak paketleme ve tasarım geliştirilmesi gibi faaliyetlere bağlı olacaktır.
Çevre korumada karşılaşılan temel sorunlardan birisi, korunması gereken çevredeki kaynaklara ve bio çeşitlilikten gelen değerlere bir artı değer ekleyebilmenin yollarını bulmaktır.
Ekoturizm, çevre korumaya ulusal parklar, ya da koruma alanları olarak tahsis edilen bölgelere giriş ücretleri konulması yolu ile doğrudan bir ticari değer katmaktadır. Bu alanda başarılı örneklerden biri sayılabilecek Ekvator’daki Galapagos Adaları, giriş ücretlerinden ve teknelere verilen izin ruhsatlarından 1998 yılında 4,3 milyon dolar gelir elde etmiştir. Bu gelirler, yıllardır Ekvator’un bu ulusal parkında ziyaretçi sayılarının belli sayıda tutulmasını, gelen ziyaretçiye de kaliteli hizmetler sunulmasını ve park yönetiminin finansal yönden desteklenebilmesini sağlamıştır.
Ekoturizmin çevresel etkileri
Ekoturizim her ne kadar çevre dostu hedeflere sahip olsa da doğru yönetilmediğinde olumsuz etkileri olabilir. Zaten en hassas, nadir ve çoğu zaman savunmasız çevresel ve kültürel değerlerin var olduğu yerlerde yapılabilecek ekoturizmin olumsuz çevresel etkiler konusunda büyük bir tehdit de oluşturabileceğini söylemek mümkündür.
Ekoturizmin olası etkileri arasında aşırı kalabalığın yarattığı tehdit, erozyon, ormanların tahribi, artan ulaşım olanaklarının ve inşa faaliyetlerinin yarattığı tahribat, nadir kaynaklar için artan rekabet ortamı, tüm bu etkileri absorbe etme yeteneğinin çok az olduğu ekoturizm merkezlerinde yıkıcı etkilere yol açacaktır.
Bununla beraber ekoturizm, çok olumlu çevresel ve sosyal etkilere de yol açabilir. Zaten bu nedenle ekoturizmin üzerine bu kadar çok düşülmektedir.
Daha basit ve sade hizmetlerle yetinebilen ekoturistler çevresel etkileri minimize edebilmektedir. Ekoturizmde mass turizmde olduğu gibi büyük yatırımlar gerektirmez, küçük yatırımlar yeterli olabilmektedir. Ekoturizm faaliyetlerinin çoğu ulusal parklarda cereyan etmektedir. Bu parklarda ekoturizmin doğru ve yeterli kaynaklarla yönetilmesi çok önemlidir. Aksi takdirde süreç içinde ekoturizmin aşırı kullanım, çevresel tahribat ve potansiyel faydaların gittikçe azalması gibi olumsuz etkileri görülecektir.
Türkiye’de ekoturizm
Türkiye’de ekoturizmden söz etmeden hemen önce yukarıda aktarılanlardan çıkarılması gereken bir temel sonucu ortaya koymakta yarar var: Ekoturizmin doğal ve kültürel kaynakları ile ilgi çeken bir yörede oluşturulacak ve sonu mutlaka katma değer ve sürdürülebilirlikle bitecek sistemli ve mümkün olduğu kadar lokal bir çevrim süreci olarak görülmesi gerekiyor.
Dünya’da da henüz yeni yeni geliştirilen ve tanımı üzerinde bile tam bir uzlaşmaya varılamadığı en yetkili otoritelerce kabul edilen ekoturizm bir konsept olarak Türkiye’de kolayca tahmin edilebilir ki henüz tanınmıyor. Bununla beraber şans eseri de olsa bu çevrime uyan ya da yaklaşan sistemler Türkiye’nin de çeşitli yörelerinde en azından belli karakteristik özellikleri üzerinde kurulmuş bulunuyor.
Örneğin ünlü Efes Harabeleri’nin yakınlarında bulunan Şirince Köyü, içinde ve çevresinde yapılan turizm faaliyetleri ile ekoturizme yakın bir çevrime sahip gibi görünüyor.
Şirince’de yapılan turizm faaliyetlerinden çokça köy halkının yararlanıyor olması, köy halkının el sanatları ürünlerini, el yapımı zeytinyağı, sabun gibi ürünleri turistlere sunabilmesi, turizm faaliyetlerinden elde edilen gelirlerin köydeki evlerin restorasyonunda kullanılması gibi unsurlar ekoturizmin temel unsurlarındandır.
Ancak, Türkiye’nin buna benzer tüm yörelerinde görülebileceği gibi burada da eksik olan sürüdürülebilir ekoturizm doğrultusunda geliştirilecek olan yönetim ve planlamadır.
Ekoturizm sürdürülebilir olmak için böyle bir sistemsel çevrimi bilinç düzeyinde kurmak zorundadır. Örneğin, Şirince Köyü’ne gelen turist sayısı bu turistlerin bu köyde yaptığı tüketimin ve kültürel dönüştürmenin boyutları yapılan rutin araştırmalarla ölçülmüyor ve bu ölçümlerin sonucu sürdürülebilir ekoturizm boyutunda değerlendirilip belli sınırlar içinde tutulmanın yolları aranmıyorsa sürdürülebilir ekoturizmin önemli bir unsurunun eksik olduğunu söylenebilir.
Yine Şirince Köyü’nde yer alan tarihsel değerler arasında bulunan eski Kilisenin bunca yıldır onarılamamış olması, köyün ağır bir göç hareketi ile karşıkarşıya olması turizmden elde edilen fonların köyde yeterli düzeyde kalmadığını ve yerel halka dönük ekoturizm eğitim faaliyetlerinin yetersiz olduğunu göstermektedir (Ekoturizmin sürüdürülebilir olacağı inancına sahip olmayan halkın göç etmesi buna işaret ediyor).
Son yıllarda Karadeniz Bölgesi’nde ön plana çıkan yayla turizmine de yukarıdaki önermeleri uyguladığımızda örneğin Uzungöl’deki çarpık yapılaşmanın o bölgedeki ekoturizmin iyi yönetilmediğini ya da zaten bir ekoturizm yönetim olgusunun bu bölgede kurulmadığının bir göstergesidir diyebiliriz. Ya da ekoturizm için son derece uygun olan Fırtına Deresi’nde yapımına başlanan hidroelektrik elektrik santralinin bu yöreyi bir ekoturizm destinasyonu olmaktan çıkardığını önceden bilmek gerekirdi.
Türkiye’nin doğal ve kültürel kaynaklar yönünden ne kadar zengin bir ülke olduğu tartışılmıyor. Dört mevsimi yaşayabilen üç tarafı denizlerle çevrili, farklı kültürlerin ve inançların bir arada uzun yıllar ve hala yaşadığı bu ülke ekoturizm açısından büyük bir potansiyel taşıyor.
Ancak, Türkiye’nin ekoturizmdeki potansiyeli Akdeniz çanağındaki Avrupalı rakiplerine oranla çok somut biçimde daha fazladır. Çünkü bu ülkeler endüstrileşmiş ve nüfusu büyük oranda kentleşerek otantik kültürlerini büyük oranda yitirmişlerdir. Türkiye’nin henüz gelişmekte olan bir ülke olması, doğal ve kırsal kültürel değerlerinin ve mirasının büyük bölümünün varlığını canlı biçimde sürdürüyor olması, Türkiye’nin bir çok yöresinde sürüdürülebilir ekoturizm için büyük bir potansiyelin varlığını göstermektedir.
Şubat’a not: Aşağıdaki metin iki sayfanın alt zeminine yayılacak şekilde küçük puntolarla kutu içine alınabilir mi?
Ekoturizmde temel gereksinimler
(Salzburg’da 12-15 Eylül 2001 tarihinde yapılan Dağlık Bölgelerde Ekoturizm Konferansı sonuç bildirgesinden derlenmiştir.)
· Sürdürülebilir ekoturizm, bu turizm türüne katılan tüm taraflar arasında etkili bir işbirliğini ve koordinasyonu oluşturacak etkili sistemlere ihtiyaç duyar
·Çevre ve toplumsal konularla ilgili kamu kuruluşları, sivil toplum örgütleri ve diğer oyuncular aralarında ekoturizm aktivitelerini düzenleyecek bir anlaşma yapar ve sürdürülebilir ekoturizmi yürütecek ve kontrolünü yapacak bir bir üst örgüt kurarlar.
·Ekoturizmin geliştirilmesi ve yönetimi için eğitim faaliyetleri bir önkoşuldur. Şirket yöneticileri ve çalışanları, yerel halk, ekoturizmin, sürdürülebilirliğin ve bu alandaki finansal yönetimin genel özelikleri hakkında eğitim görmelidirler. Örneğin, ekoturizm idealde o bölge insanları arasından çıkan kaliteli rehberlere ihtiyaç duyar. Bölgeye girişin miktarının belirlenmesi ve eğitim kalitesi ekoturizmin gelişimi için yaşamsal önem taşır.
·Ekoturizme katılan uluslararası aktörlerin (ulaştırma, tur operatörleri, çevre örgütleri, vb.) arasındaki koordinasyon turizmde sürdürülebilir mobilitenin uygulanması için bir ön koşuldur. Destinasyonlar ziyaretçilerin geleceği ülkelerdeki ulaştırma ve tur operatörleri ile ortak bir sürdürülebilir ve mobil paketler oluşturmak ve bu paketleri pazara ulaştırmak için yoğun bir işbirliği yapmalıdırlar. Bu anlamda Avrupa’daki NETS ve Alps Mobility işbirlikleri iyi örneklerdendir.
Turizm Politikası
·Ekoturizm her ulus, bölge ve turizm merkezi için özel bir turizm politikası, stratejisi ve programına ihtiyaç duyar. Başka yerlerin turizm politikalarının ve stratejilerinin kopyalanması sürdürülebilir sonuçlar almak için yeterli olmayacaktır.
Ekoturizmde Destinasyonlar ve Turizm Planlaması
· Ekoturizm doğal kaynakları korumalı ve yerel kültürlerin ve belirlenen alanların sürdürülebilir gelişimine katkıda bulunmalıdır.
· Sürdürülebilir mobilite ekoturizm merkezlerinin ana teması olmalıdır. Bu alandaki çözümler mutlaka bu merkezlerin karakterlerinin gözönüne alındığı özel çözümler olmalıdır.
· Turizm planlaması sektörün kendisi ile sınırlı olmamalı, yerli halkı ve diğer sektörleri de içermelidir. Bu planlama, öncelikleri, değerleri ve yerel halkın bilgilerini entegre etmeli, yerli halkın katılımını güçlendirmeli, takip ve kontrol mekanizmalarına imkan tanımalıdır.
· Sürdürülebilir ekoturizm, turizm kaynağı çevresindeki ve içindeki sınırları oluşturabilmek için kriterler ortaya koymalıdır. Bu kriterler ekoturizm merkezini rezerve edilmiş alanlara, düşük ya da orta derecede etkilenen zonlara bölecek şekilde düzenlenmelidir. Bu kriterlere kesinlikle tüm taraflarca uyulmalıdır.
· Tabelalar, alternatif gezi güzergahları, farklı giriş noktaları, enformasyon merkezleri, turistlerin etkili kullanımı için önemlidir. Turistlerin eğitimi ve destinasyon içindeki farklı bölgelerin kullanım düzeylerini belirlemek için bu gereklidir. Böylece en popüler alanların yükü azaltılmış olacaktır.
· Çevre eğitim ve anlatım merkezleri kültürel miras ile ilgili konularla da bütünleşmelidir. Eğitim ve anlatım programları yanında profesyonel rehberlerin ziyaretçiler üzerindeki kontrolü, ziyaretçilerin yaratabileceği olumsuz etkilerin önlenmesi açısından son derece yaşamsaldır.
· Bu alandaki projelerin zamanlaması tüm bu gereklerin tam olarak yerine getirilmesine yetecek uzunlukta olmalıdır.
Turizm endüstrisi
· Ürünlerinde sürdürülebilir ulaşım araçlarını, araçlardan arındırılmış bölgeleri, optimum yürüyüş ve bisiklet güzergahlarını, seyahat ve bagaj lojistik hizmetlerini, boşlukların olmadığı ulaştırma zincirlerini sunabilmeli,
· Ulaşım ve mobilite hakkında bol informasyon sunulabilmeli,
· Sürdürülebilir mobilite için bölgedeki karar alıcılar ve halk ile yoğun iletişim içinde olunmalı,
· Ulaştırma şirketleri, tur operatörleri, turizm örgütleri ve yerel yönetim organları ile stratejik işbirlikleri ve ortaklıklar kurmalı,
· Yerel örgütler, sivil toplum kuruluşları, ya da küçük ve orta ölçekli girişimlerin oluşturulabilmesi ya da eğitim ve anlatım merkezlerinin kuruluması için subvansiyon zorunluluğu,
· Sezon dışı periyodların değerlendirilebilmesi için programlar ve tanıtım,
· Kırsal turizm ve ekoturizm arzının otantikliğinin garanti altına alınması ve geleneksel kültürler ve dağlık bölgelerdeki değerlere dayanan yeni turizm ürünlerinin üretilmesi gerekmektedir.
TÜRSAB Ar-Ge Departmanı, Nisan 2002
18 Mart 2009 Çarşamba
EkoTurizm
Etiketler:
alternatif gezi,
ÇEVRE,
DOĞAL,
EKO TURİZM,
EKOLOJİ,
kültür,
rekreasyon,
restorasyon,
tarih,
tur
23 Şubat 2009 Pazartesi
Organik yaşam felsefesi yaygınlaşıyor
Sebze ve meyveleri gerçek tat ve kokusundan mahrum yemekten şikayet eden tüketicinin imdadına, tüm dünyada bir sağlık akımı olarak yaygınlaşan ‘Organik hayata dönüş felsefesi’ yetişiyor.
Kaliteli ve sağlıklı bir yaşamı önemseyenler ekolojik dengeyi koruyan ve kimyasal ilaçlar ile suni gübre kullanılmayan organik ürünleri tüketiyor. Başta organik tarımdaki gelişmeler olmak üzere bir sağlık akımı olarak yaygınlaşan organik hayata dönüş felsefesi de bu ürünlere ulaşmayı kolaylaştırıyor. Ekolojik Tarım Organizasyonu Derneği Başkanı Profesör Doktor Ahmet Altındişli sorularımızı yanıtladı.
“Bir zamanlar domates domates gibi kokardı, patlıcanın tadı ağzı yakardı, elma bir başka lezzetliydi.” Son dönemde sıkça duyduğumuz bu yakınmalar, organik hayata geçişle birlikte artık geride kalıyor. Çünkü ilaç kullanılmadan tamamen doğal gübrelerle yetiştirilen, ekolojik dengeyi koruyan ve yenilenebilir enerji ile elde edilen organik ürünler, hızla hayatımızın her alanına giriyor.
-Organik ürünlere olan ilgi her geçen gün artıyor ve bir ‘organik hayata dönüş felsefesi’ yayılıyor; nedir bu felsefenin özü?
Prof. Dr. AHMET ALTINDİŞLİ: Bu felsefenin özü, doğaya ve tarıma uyguladığımız kuralların aynısını yaşamımızda da kullanmak. Yani felsefenin özü, tükettiğimiz her şeyin doğal yollarla üretilmiş olması ve bünyesinde sentetik, kimyasal kirliliği barındırmamasıdır. Organik üretim sadece besin maddeleriyle sınırlı değil. Bir marketin raflarında ne bulabiliyorsanız bunların hepsini organik olarak bulabilirsiniz. Örneğin masa, sandalye, mobilya, iç giyim, özellikle bebeklere yönelik içi giyim, diş macunu, diş fırçası, kesme çiçek, parfüm, lavabo taşının kendisi, deterjan gibi binlerce ürün organik olarak üretiliyor. Ve bunları hayatınıza sokup bunlarla yaşarsanız işte organik yaşam felsefesini hayatınıza uygulamış olursunuz. Organik ürünler birçok alanda adından söz ettiriyor. Ve çeşitli sektörler de dünya da yaygınlaşan bu akıma ayak uydurarak değişik hizmet alanları yaratıyor. Spor salonları egzersiz yapanlar için organik kafeteryalar açarken bazı firmalar, tamamen organik ürünlerden oluşan mönüler hazırlıyor. Hatta isteyenler misafirlerini organik ürünlerle donatılan masalarda ağırlayabiliyor. Yani organik catering hızla hayatımıza giriyor. Organik ürünler tüketiciye sadece marketlerin raflarından ulaşmıyor.
-Artık bazı firmalar tamamen organik ürünlerden oluşan mönüler de hazırlıyor, organik catering konusunda Türkiye hangi noktada?
Prof. Dr. AHMET ALTINDİŞLİ: Büyük şehirlerde tüketicilerin bir kısmı organik gıdalarla hazırlanmış. Catering servislerine siparişler veriyorlar çünkü bu bir ihtiyaç oldu. Bizde bu yeni yeni yapılıyor ama dünyada bunun çok güzel örnekleri var. Havayolları bile uçakta müşterilerine bu ürünleri ikram ediyor. Organik tarım Türkiye’de 1984 yılında başladı, yurtdışından başlayan ürün portföyünün gelişimi , müşteri ne istediyse onun üretilmesi şeklinde gelişti. Yani iç pazardan henüz tam olarak talep alamadığımz için her malın organik karşılığı yok. Şu anda sertifikalı 185 organik ürün var. Ancak giderek bu sayının artacağını ve catering servislerinin de daha yaygınlaşacağını söylemek mümkün.Avrupa Birliği tarım politikaları, Türkiye’yi standartlarını artırma yönünde zorluyor. Konunun uzmanları ise ilaçlı tarımın da organik tarım alanlarının ve faaliyetlerinin artmasıyla daha kontrollü yapılacağı düşüncesinde birleşiyor. Avrupa Birliği’nin “iyi tarım” uygulamalarının Türkiye’de de hedef haline getirilmesinin en güzel yolu ise organik tarım alanlarının yanı sıra pazarda ve markette organik ürün tüketiminin artırılarak büyümenin iç pazarla birlikte sağlanmasından geçiyor.
-Avrupa Birliği’ne giriş için mücadele veren Türkiye’nin tarımda Avrupa’ya karşı kurtuluş reçetesi olarak organik tarımı önerenler var, sizce de organik tarımın yaygınlaştırılması Türkiye’nin tarımdaki kurtuluş reçetesi olabilir mi ve Türkiye’de daha çok çiftçinin organik tarıma yönelmesi için neler yapılabilir?
Prof. Dr. AHMET ALTINDİŞLİ: Organik tarım Türkiye’nin yüz akı. Çünkü Türkiye tarımında en başarılı yapılan uygulama olarak gösteriliyor. Tarımın tamamının organiğe dönmesi Türk tarımının tamamını kurtaracaktır diye bakmak hata olur. Çünkü hiç bir zaman dünya tarımının yüzde 100’ünün organiğe dönmesi mümkün değildir. Mutlaka organikten daha fazla bir yüzdede ilaçlı, gübreli konvansiyonel tarım olacaktır ama organik tarımın yarattığı bir şey var, o da organik tarım üreticilerinin ve tüketicinin yaptığı baskı nedeniyle, konvansiyonel mal pazarlayan firmaların artık büyük yüzdelerde olan ilaçlı ve gübreli tarımı baskı altına almalarıdır. Böylece hiç olmazsa kontrollü bir tarım şekline yani kötünün iyisi şekline dönmesi açısından ciddi bir baskı meydana gelmiştir. Ama şunu unutmamak gerekir ki organik tarım ihracatta ve dünya pazarlarına açılmada her zaman avantaj getirecektir.
12 Binden fazla türle biyolojik çeşitlilik alanında önemli bir yerde olan Türkiye toprakları, aslında organik tarım açısından bir dünya markası olma potansiyeli taşıyor. Fındık, kayısı, üzüm, incir, kurutulmuş domates ve pamuk gibi ürünlerin ihracatı yapılıyor. Türkiye 1986’da başlattığı organik pamuk üretimi dünya piyasasının yüzde 54’ünü oluştururken kurutulmuş domateste de dünya pazarını elinde tutuyor.
-Türkiye’nin organik tarımda marka olması mümkün mü? Türkiye’nin bu konuda hangi ürünlerde iddialı?
Prof. Dr. AHMET ALTINDİŞLİ: Evet mümkün, bu konudaki en önemli şansımız Avrupa’da olmayan ürünler konusundadır. Avrupa’nın yetiştiremediği sebze meyve çeşitleri olabilir. Bizim kaybettiğimiz, konvansiyonel tarımla yok ettiğimiz daha kokulu, daha lezzetli ve bu toprakların binlerce yıldır çocuğu olan ürünlerimiz var, onları ön plana çıkararak rahatlıkla bu konuda markalaşabiliriz. Markalaşacağımız ürünler öncelikle kuru incir, kuru üzüm, susam olabilir. Ancak şu anda nar ve nar suyunda çok iddialıyız. Nar ve nar suyu dünyanın her yerinden çok talep gören bir ürünümüz.
-Organik ürünlere büyük bir ilgi olmasına rağmen, biraz pahalı olması nedeniyle her sofrada yer alamıyor. Bu ürünler neden bu kadar pahalı ve yakın gelecekte organik ürünlerin her sofraya girebilecek kadar ucuzlaması söz konusu mu?
Prof. Dr. AHMET ALTINDİŞLİ: Sanayicilerin çoğu iç piyasaya direkt mal üreten ve bunu çok küçük boyutta yapan kuruluşlar. Bugün marketlerde gördüğünüz malların büyük bir çoğunluğu ihracat amaçlı yapılan üretimin yanında çıkan ürünler. Dolayısıyla direkt iç pazara üretilmiş ürünler olmadığı için maliyetleri biraz yüksek. Organik tarımda diğer konvansiyonel tarıma göre farklılık vardır. Konvansiyonel tarımda satıcı ne kadar, satacaksa o kadarını satın alır, bir kasa satacaksa 10 ton mal almaz. Ama organik yapıyorsanız o çiftçinin 10 tonunun hepsini alırsınız. Örneğin kuru üzüm ise birinci ayda alıp deponuza koyarsınız ve sekizinci ayda onu satarsınız. Yani sekiz ay o parayı oraya bağlarsınız. Ancak ilaçlı yapılan kuru üzüm satıcısı bunu böyle yapmaz, 100 kilo gerekiyorsa o gün 100 kilo alır yani stok maliyeti diye bir şey yoktur. Organik ürünlerin pahalı olmasının bir nedeni budur. Diğer bir neden ise marketlerin fiyatlandırma politikalarıdır. Çünkü marketler hırsızlık, görülmeyen giderler ve kar gibi yüzdeleri ürünün üstüne ekliyorlar. Bu da fiyatta yüzde 40 ile 50 gibi bir farka neden oluyor ki uygulamanın böyle olmaması gerekir. O yüzden biz ekolojik tarım organizasyonu derneği olarak büyük bir toplantı planladık, büyük marketlerin üst düzey yöneticileri ile görüşmelerimizi yaptık ve satış ve pazarlama zincirleri konusunun daha kabul edilebilir bir noktaya gelmesi ve bunun fiyatlara yansıması için çalışacağız. 2004 yılı istatistiklerine göre Türkiye’de organik sertifikalı üretim yapan 9314 üretici var. 162 bin 193 hektarlık bir alanda 279 bin 663 ton organik ürün üretiliyor. Şu anda 185 olan ürünlerin işlenmiş olanları da hem iç hem dış piyasa açısından büyük önem taşıyor.
NTV-MSNBC RÖPORTAJI-2006
Sebze ve meyveleri gerçek tat ve kokusundan mahrum yemekten şikayet eden tüketicinin imdadına, tüm dünyada bir sağlık akımı olarak yaygınlaşan ‘Organik hayata dönüş felsefesi’ yetişiyor.
Kaliteli ve sağlıklı bir yaşamı önemseyenler ekolojik dengeyi koruyan ve kimyasal ilaçlar ile suni gübre kullanılmayan organik ürünleri tüketiyor. Başta organik tarımdaki gelişmeler olmak üzere bir sağlık akımı olarak yaygınlaşan organik hayata dönüş felsefesi de bu ürünlere ulaşmayı kolaylaştırıyor. Ekolojik Tarım Organizasyonu Derneği Başkanı Profesör Doktor Ahmet Altındişli sorularımızı yanıtladı.
“Bir zamanlar domates domates gibi kokardı, patlıcanın tadı ağzı yakardı, elma bir başka lezzetliydi.” Son dönemde sıkça duyduğumuz bu yakınmalar, organik hayata geçişle birlikte artık geride kalıyor. Çünkü ilaç kullanılmadan tamamen doğal gübrelerle yetiştirilen, ekolojik dengeyi koruyan ve yenilenebilir enerji ile elde edilen organik ürünler, hızla hayatımızın her alanına giriyor.
-Organik ürünlere olan ilgi her geçen gün artıyor ve bir ‘organik hayata dönüş felsefesi’ yayılıyor; nedir bu felsefenin özü?
Prof. Dr. AHMET ALTINDİŞLİ: Bu felsefenin özü, doğaya ve tarıma uyguladığımız kuralların aynısını yaşamımızda da kullanmak. Yani felsefenin özü, tükettiğimiz her şeyin doğal yollarla üretilmiş olması ve bünyesinde sentetik, kimyasal kirliliği barındırmamasıdır. Organik üretim sadece besin maddeleriyle sınırlı değil. Bir marketin raflarında ne bulabiliyorsanız bunların hepsini organik olarak bulabilirsiniz. Örneğin masa, sandalye, mobilya, iç giyim, özellikle bebeklere yönelik içi giyim, diş macunu, diş fırçası, kesme çiçek, parfüm, lavabo taşının kendisi, deterjan gibi binlerce ürün organik olarak üretiliyor. Ve bunları hayatınıza sokup bunlarla yaşarsanız işte organik yaşam felsefesini hayatınıza uygulamış olursunuz. Organik ürünler birçok alanda adından söz ettiriyor. Ve çeşitli sektörler de dünya da yaygınlaşan bu akıma ayak uydurarak değişik hizmet alanları yaratıyor. Spor salonları egzersiz yapanlar için organik kafeteryalar açarken bazı firmalar, tamamen organik ürünlerden oluşan mönüler hazırlıyor. Hatta isteyenler misafirlerini organik ürünlerle donatılan masalarda ağırlayabiliyor. Yani organik catering hızla hayatımıza giriyor. Organik ürünler tüketiciye sadece marketlerin raflarından ulaşmıyor.
-Artık bazı firmalar tamamen organik ürünlerden oluşan mönüler de hazırlıyor, organik catering konusunda Türkiye hangi noktada?
Prof. Dr. AHMET ALTINDİŞLİ: Büyük şehirlerde tüketicilerin bir kısmı organik gıdalarla hazırlanmış. Catering servislerine siparişler veriyorlar çünkü bu bir ihtiyaç oldu. Bizde bu yeni yeni yapılıyor ama dünyada bunun çok güzel örnekleri var. Havayolları bile uçakta müşterilerine bu ürünleri ikram ediyor. Organik tarım Türkiye’de 1984 yılında başladı, yurtdışından başlayan ürün portföyünün gelişimi , müşteri ne istediyse onun üretilmesi şeklinde gelişti. Yani iç pazardan henüz tam olarak talep alamadığımz için her malın organik karşılığı yok. Şu anda sertifikalı 185 organik ürün var. Ancak giderek bu sayının artacağını ve catering servislerinin de daha yaygınlaşacağını söylemek mümkün.Avrupa Birliği tarım politikaları, Türkiye’yi standartlarını artırma yönünde zorluyor. Konunun uzmanları ise ilaçlı tarımın da organik tarım alanlarının ve faaliyetlerinin artmasıyla daha kontrollü yapılacağı düşüncesinde birleşiyor. Avrupa Birliği’nin “iyi tarım” uygulamalarının Türkiye’de de hedef haline getirilmesinin en güzel yolu ise organik tarım alanlarının yanı sıra pazarda ve markette organik ürün tüketiminin artırılarak büyümenin iç pazarla birlikte sağlanmasından geçiyor.
-Avrupa Birliği’ne giriş için mücadele veren Türkiye’nin tarımda Avrupa’ya karşı kurtuluş reçetesi olarak organik tarımı önerenler var, sizce de organik tarımın yaygınlaştırılması Türkiye’nin tarımdaki kurtuluş reçetesi olabilir mi ve Türkiye’de daha çok çiftçinin organik tarıma yönelmesi için neler yapılabilir?
Prof. Dr. AHMET ALTINDİŞLİ: Organik tarım Türkiye’nin yüz akı. Çünkü Türkiye tarımında en başarılı yapılan uygulama olarak gösteriliyor. Tarımın tamamının organiğe dönmesi Türk tarımının tamamını kurtaracaktır diye bakmak hata olur. Çünkü hiç bir zaman dünya tarımının yüzde 100’ünün organiğe dönmesi mümkün değildir. Mutlaka organikten daha fazla bir yüzdede ilaçlı, gübreli konvansiyonel tarım olacaktır ama organik tarımın yarattığı bir şey var, o da organik tarım üreticilerinin ve tüketicinin yaptığı baskı nedeniyle, konvansiyonel mal pazarlayan firmaların artık büyük yüzdelerde olan ilaçlı ve gübreli tarımı baskı altına almalarıdır. Böylece hiç olmazsa kontrollü bir tarım şekline yani kötünün iyisi şekline dönmesi açısından ciddi bir baskı meydana gelmiştir. Ama şunu unutmamak gerekir ki organik tarım ihracatta ve dünya pazarlarına açılmada her zaman avantaj getirecektir.
12 Binden fazla türle biyolojik çeşitlilik alanında önemli bir yerde olan Türkiye toprakları, aslında organik tarım açısından bir dünya markası olma potansiyeli taşıyor. Fındık, kayısı, üzüm, incir, kurutulmuş domates ve pamuk gibi ürünlerin ihracatı yapılıyor. Türkiye 1986’da başlattığı organik pamuk üretimi dünya piyasasının yüzde 54’ünü oluştururken kurutulmuş domateste de dünya pazarını elinde tutuyor.
-Türkiye’nin organik tarımda marka olması mümkün mü? Türkiye’nin bu konuda hangi ürünlerde iddialı?
Prof. Dr. AHMET ALTINDİŞLİ: Evet mümkün, bu konudaki en önemli şansımız Avrupa’da olmayan ürünler konusundadır. Avrupa’nın yetiştiremediği sebze meyve çeşitleri olabilir. Bizim kaybettiğimiz, konvansiyonel tarımla yok ettiğimiz daha kokulu, daha lezzetli ve bu toprakların binlerce yıldır çocuğu olan ürünlerimiz var, onları ön plana çıkararak rahatlıkla bu konuda markalaşabiliriz. Markalaşacağımız ürünler öncelikle kuru incir, kuru üzüm, susam olabilir. Ancak şu anda nar ve nar suyunda çok iddialıyız. Nar ve nar suyu dünyanın her yerinden çok talep gören bir ürünümüz.
-Organik ürünlere büyük bir ilgi olmasına rağmen, biraz pahalı olması nedeniyle her sofrada yer alamıyor. Bu ürünler neden bu kadar pahalı ve yakın gelecekte organik ürünlerin her sofraya girebilecek kadar ucuzlaması söz konusu mu?
Prof. Dr. AHMET ALTINDİŞLİ: Sanayicilerin çoğu iç piyasaya direkt mal üreten ve bunu çok küçük boyutta yapan kuruluşlar. Bugün marketlerde gördüğünüz malların büyük bir çoğunluğu ihracat amaçlı yapılan üretimin yanında çıkan ürünler. Dolayısıyla direkt iç pazara üretilmiş ürünler olmadığı için maliyetleri biraz yüksek. Organik tarımda diğer konvansiyonel tarıma göre farklılık vardır. Konvansiyonel tarımda satıcı ne kadar, satacaksa o kadarını satın alır, bir kasa satacaksa 10 ton mal almaz. Ama organik yapıyorsanız o çiftçinin 10 tonunun hepsini alırsınız. Örneğin kuru üzüm ise birinci ayda alıp deponuza koyarsınız ve sekizinci ayda onu satarsınız. Yani sekiz ay o parayı oraya bağlarsınız. Ancak ilaçlı yapılan kuru üzüm satıcısı bunu böyle yapmaz, 100 kilo gerekiyorsa o gün 100 kilo alır yani stok maliyeti diye bir şey yoktur. Organik ürünlerin pahalı olmasının bir nedeni budur. Diğer bir neden ise marketlerin fiyatlandırma politikalarıdır. Çünkü marketler hırsızlık, görülmeyen giderler ve kar gibi yüzdeleri ürünün üstüne ekliyorlar. Bu da fiyatta yüzde 40 ile 50 gibi bir farka neden oluyor ki uygulamanın böyle olmaması gerekir. O yüzden biz ekolojik tarım organizasyonu derneği olarak büyük bir toplantı planladık, büyük marketlerin üst düzey yöneticileri ile görüşmelerimizi yaptık ve satış ve pazarlama zincirleri konusunun daha kabul edilebilir bir noktaya gelmesi ve bunun fiyatlara yansıması için çalışacağız. 2004 yılı istatistiklerine göre Türkiye’de organik sertifikalı üretim yapan 9314 üretici var. 162 bin 193 hektarlık bir alanda 279 bin 663 ton organik ürün üretiliyor. Şu anda 185 olan ürünlerin işlenmiş olanları da hem iç hem dış piyasa açısından büyük önem taşıyor.
NTV-MSNBC RÖPORTAJI-2006
Ekolojik Tarım
EKOLOJİ NEDİR?
Ekoloji canlıların birbirleri ve çevreleriyle ilişkilerini inceleyen bilim dalıdır. Ekosistem ise canlı ve cansız çevrenin tamamıdır. Ekosistemi de abiotik faktörler (toprak, su, hava, iklim gibi cansız faktörler) ve biyotik (üreticiler, tüketiciler ve ayrıştırıcılar) faktörler olmak üzere iki faktör oluşturur.
KAPSAM
Bu tanımlamadaki organizmalar; diğer bir deyim ile canlılar veya canlı çevre insan hayvan ve bitkilere ait bireyleri veya bunlardan oluşmuş toplumları ifade etmektedir. Tanımlamanın içinde geçen organizmaların içinde yaşadıkları ortam deyimi ise cansız çevre olarak da ifade edilir ve hava, su, toprak, ışık gibi faktörleri kapsar. Ekolojinin; botanik, zooloji, mikrobiyoloji, fizyoloji, bitki beslenmesi, anatomi, morfoloji, patoloji, pedoloji, jeoloji, jeomorfoloji, mineraloji, fizik, kimya, meteoroloji ve klimatoloji gibi bilim dalları ile yakın ilgisi vardır.
Araştırma konusu, yöntemi ve amaçlarındaki bazı özellikleri yardımıyla ekolojiyi diğer doğa bilimlerinden ayırma olanağı vardır. Ekoloji bütün canlılar için ortak olan ve canlılar üzerinde etki yapabilen temel konularla ilgilenir. Diğer bir ayırıcı özelliği ise ekolojinin bir canlıya ait belirli organları ve bu organlardaki hayat süreçlerini değil, canlıların içinde bulundukları hayat ortamı ve diğer canlılarla olan karşılıklı ilişkilerini incelemesidir.
Ekoloji canlıların birbirleri ve çevreleriyle ilişkilerini inceleyen bilim dalıdır. Ekosistem ise canlı ve cansız çevrenin tamamıdır. Ekosistemi de abiotik faktörler (toprak, su, hava, iklim gibi cansız faktörler) ve biyotik (üreticiler, tüketiciler ve ayrıştırıcılar) faktörler olmak üzere iki faktör oluşturur. Bu iki faktör arasındaki yüzyıllardır süregelen çelişki toprak ve çevre yapısının bozulmasına canlıların yaşam alanlarının daralmasına hatta yok olmasına,canlıların fizyolojık değişimlerine yol açmıştır . Ekolojık tarım deyimi doğayı ve çevreyi koruyarak hatalı uygulamalar sonucu bozulan doğal dengeyi yeniden kurmaya yönelik bütün canlılara ve insana dost üretim biçimini içermektedir .
EKOLOJİK-ORGANİK- BİYOLOJİK TARIM NEDİR ?
Bu üretim uygulaması farklı ülkelerde farklı isimlerle adlandırılır. Almanca ve kuzey avrupa dillerinde EKOLOJIK TARIM Fransızca, İtalyanca ve İspanyolcada BİYOLOJIK TARIM,İngilizcede ORGANİK TARIM , Türkiye de ise EKOLOJIK-ORGANİK TARIM eş anlamlı kullanılmaktadır . Bir zamanlar domates ,domates gibi kokardı ve kokusu metrelerce ilerden duyulurdu , elmanın tadı ve aroması bir başkaydı hele yediğimiz o salatalıklar mis gibi kokardı ‘ son dönemlerde sıkça duyduğumuz bu yakınmalar Organik hayata geçişle birlikte artık geride kalıyor .Çünkü ilaç , hormon ve antibiyotik kullanmadan tamamen doğal gübrelerle yetiştirilen ,ekolojik dengeyi koruyan ve yenilebilir enerji ile elde edilen Organik ürünler hızla hayatımızın her alanına giriyor . Doğaya ve tarıma uyguladığımız kuralların aynısını yaşantımızın diğer alanlarında kullanmak gerekir .Organik üretim sadece besin maddeleriyle sınırlı değildir bir süpermarketin raflarında ne bulabiliyorsanız bunların hepsini organik olarak ta bulabilirsiniz Parfüm , Kesme çiçek , Masa ,sandalye , Deterjan , İç çamaşırı , Elbise , Ayakkabı, kazak , Gömlek , Lavabo taşı , Diş macunu ve fırçası ve daha yüzlercesi Organik olarak üretiliyor . Bunları hayatınıza sokup bunlarla yaşarsanız Organik yaşam felsefesini hayatınıza uygulamış olursunuz . Bu felsefeden yola çıkarak Organik Tarım Yıllardır bozulan , kaybolan ekolojik sistemi yeniden kurmaya yönelik insan ve çevre sağlığına uyumlu üretim sistemlerini içermeye yönelik İçinde kalıntı bırakan ve genetiğiyle ve Dna sıyla oynanmamış sentetik, kimyasal ve tarım ilaçları , hormonlar ,Antibiyotikler ve mineral gübrelerin kullanılmadığı onun yerine ekolojik ve yeşil Gübrelemenin yapıldığı toprağın korunmasını ve bitkinin direncinin arttırılmasını doğa dostu böcekler ve mikroorganizmaların çoğaltılmasını bütün bu alanların kapalı bir sistemde oluşturulmasını öneren ,üretimde sadece miktar artışını değil aynı zamanda ürün kalitesini de amaçlayan bir üretim uygulamasıdır .
ORGANİK TARIMA BAŞLAMA
Organik tarım müteşebbis ile yetkilendirilmiş kuruluş arasında imzalanan sözleşme esasına dayanır .Bu sözleşme , tarımsal faaliyetin bu yönetmenlik hükümlerine göre yapılacağını belirleyen yazılı anlaşmayı ifade eder. Bu uygulamalarına geçmek isteyen müteşebbisler kurumumuza başvuru aşamasında aşağıdaki belgelerin tamamlanmasından sonra sözleşme imzalanır bu belgeler.
1- Organik bitkisel üretim yapacak müteşebbisler , TC kimlik numarası yazılı nüfus hüviyet cüzdanı fotokopisi .
2- Üretim alanının Tapu fotokopisi kadastro geçmemişse araziye ait kroki.
3- Müracaat eden müteşebbisin arazinin veya arazinin kullanım hakkının kendine ait olduğunu dair bilgi ve belgeleri
4- Gıda işleyen işyeri ise Üretim izin belgesi,gıda sicil belgesi,ve çalışma izni .
5- Ekolojik girdi ( Gübre , Toprak düzenleyici v.b üretimi yapan müteşebbisler ) Tarım ve Köy işleri Bakanlığından aldıkları Lisans ve Tesçil belgesi
6- Organik Tarım metoduyla Hayvancılık , Arıcılık , Kanatlı yetiştiriciliği, Organik yumurta üretimi yapacak olan müteşebbisler 28.02.2001 ve 4631 sayılı hayvan ıslahı kanunu hükümlerine uygun olması ve genetiği değiştirilmemiş hayvanların damızlık olarak kullanılmaması şartı aranır ve 2 yıl geçiş süresi uygulanır .
7- Organik su ürünleri üretimi yapacak müteşebbis kamuya ait alanda üretim yapacaklarsa ilgili kurumdan alınacak yazılı izin belgesini şirketimize ibraz etme şartı vardır .
8- Orman ve doğal alanlardan ürün toplayan müteşebbis ürün toplamadan önce bu alanların mülkiyetinin ve kullanma alanlarının ait olduğu makamdan yazılı izin alması şartı vardır .Söz konusu alanlardan toplanan ürünler için geçiş süreci alanın konumuna ve özelliğine göre kurumumuz tarafından belirlenir.
GEÇİŞ SÜRECİ NEDİR? NİÇİN UYGULANIYOR .
Organik yöntemler ile üretime başlamasından elde edilen Bitkisel , Hayvansal ürünün Organik ürün sertifikası almasına kadar geçen süre diye tanımlanır . Bir başka ifadeyle konvansiyonel bitkisel ve hayvansal ürünün Organik bitkisel ve hayvansal ürüne dönüşüm periyodudur .bu süre tek yıllık bitkilerde ve hayvansal üretimde 2 yıl çok yıllık bitkilerde 3 yıldır. Bu süreyi uzatmak ve kısaltmak hakkı kurumumuzca yeterli tetkikler yapıldıktan sonra yönetmenlik hükümlerine göre uygulanır .
Müteşebbisin başarılı bir geçiş süreci uygulayabilmesi için iyi bir plan yapması lazımdır bu plan topografya ,toprağın iyileştirilmesi ( herbisit ve pestisitler den temizlenme ) , bitkinin ve hayvanın doğaya uygun olarak gelişmesi ve bağışıklık sisteminin arttırılması , zararlı ve hastalık risklerinin en aza indirilmesi ,erozyonun kontrol altına alınması,sulama suyunun uygun kullanımı ,toprak işlenmesinin azaltılmasını bitki gelişiminin izlenmesi ( kök ve vegtatif) , ekim nöbeti ,biyolojik ve bioteknik sistemlerini kullanmaya başlama v.b konuları kapsar. Geçiş sürecindeki ürünler bitkisel üretimde organik tarıma başlamasından 12 ay sonra (Organik tarım geçiş süreci ürünü dür) etiketiyle pazarlanır.
EKOLOJIK TARIMIN GENEL KURALLARI
Ekolojik tarım müteşebbis ile yetkilendirilmiş kuruluş arasında imzalanan sözleşme esaslarına dayanır .Bu sözleşme organik tarım uygulamasının Tarım ve Köy işleri bakanlığının organik tarım yönetmenliği hükümlerine göre yapılacağını belirleyen karşılıklı imzalanan yazılı anlaşmayı ifade eder . ve bu üretim metodu yetkilendirilmiş kuruluş kontrolünde yapılır .
Ekoloji canlıların birbirleri ve çevreleriyle ilişkilerini inceleyen bilim dalıdır. Ekosistem ise canlı ve cansız çevrenin tamamıdır. Ekosistemi de abiotik faktörler (toprak, su, hava, iklim gibi cansız faktörler) ve biyotik (üreticiler, tüketiciler ve ayrıştırıcılar) faktörler olmak üzere iki faktör oluşturur.
KAPSAM
Bu tanımlamadaki organizmalar; diğer bir deyim ile canlılar veya canlı çevre insan hayvan ve bitkilere ait bireyleri veya bunlardan oluşmuş toplumları ifade etmektedir. Tanımlamanın içinde geçen organizmaların içinde yaşadıkları ortam deyimi ise cansız çevre olarak da ifade edilir ve hava, su, toprak, ışık gibi faktörleri kapsar. Ekolojinin; botanik, zooloji, mikrobiyoloji, fizyoloji, bitki beslenmesi, anatomi, morfoloji, patoloji, pedoloji, jeoloji, jeomorfoloji, mineraloji, fizik, kimya, meteoroloji ve klimatoloji gibi bilim dalları ile yakın ilgisi vardır.
Araştırma konusu, yöntemi ve amaçlarındaki bazı özellikleri yardımıyla ekolojiyi diğer doğa bilimlerinden ayırma olanağı vardır. Ekoloji bütün canlılar için ortak olan ve canlılar üzerinde etki yapabilen temel konularla ilgilenir. Diğer bir ayırıcı özelliği ise ekolojinin bir canlıya ait belirli organları ve bu organlardaki hayat süreçlerini değil, canlıların içinde bulundukları hayat ortamı ve diğer canlılarla olan karşılıklı ilişkilerini incelemesidir.
Ekoloji canlıların birbirleri ve çevreleriyle ilişkilerini inceleyen bilim dalıdır. Ekosistem ise canlı ve cansız çevrenin tamamıdır. Ekosistemi de abiotik faktörler (toprak, su, hava, iklim gibi cansız faktörler) ve biyotik (üreticiler, tüketiciler ve ayrıştırıcılar) faktörler olmak üzere iki faktör oluşturur. Bu iki faktör arasındaki yüzyıllardır süregelen çelişki toprak ve çevre yapısının bozulmasına canlıların yaşam alanlarının daralmasına hatta yok olmasına,canlıların fizyolojık değişimlerine yol açmıştır . Ekolojık tarım deyimi doğayı ve çevreyi koruyarak hatalı uygulamalar sonucu bozulan doğal dengeyi yeniden kurmaya yönelik bütün canlılara ve insana dost üretim biçimini içermektedir .
EKOLOJİK-ORGANİK- BİYOLOJİK TARIM NEDİR ?
Bu üretim uygulaması farklı ülkelerde farklı isimlerle adlandırılır. Almanca ve kuzey avrupa dillerinde EKOLOJIK TARIM Fransızca, İtalyanca ve İspanyolcada BİYOLOJIK TARIM,İngilizcede ORGANİK TARIM , Türkiye de ise EKOLOJIK-ORGANİK TARIM eş anlamlı kullanılmaktadır . Bir zamanlar domates ,domates gibi kokardı ve kokusu metrelerce ilerden duyulurdu , elmanın tadı ve aroması bir başkaydı hele yediğimiz o salatalıklar mis gibi kokardı ‘ son dönemlerde sıkça duyduğumuz bu yakınmalar Organik hayata geçişle birlikte artık geride kalıyor .Çünkü ilaç , hormon ve antibiyotik kullanmadan tamamen doğal gübrelerle yetiştirilen ,ekolojik dengeyi koruyan ve yenilebilir enerji ile elde edilen Organik ürünler hızla hayatımızın her alanına giriyor . Doğaya ve tarıma uyguladığımız kuralların aynısını yaşantımızın diğer alanlarında kullanmak gerekir .Organik üretim sadece besin maddeleriyle sınırlı değildir bir süpermarketin raflarında ne bulabiliyorsanız bunların hepsini organik olarak ta bulabilirsiniz Parfüm , Kesme çiçek , Masa ,sandalye , Deterjan , İç çamaşırı , Elbise , Ayakkabı, kazak , Gömlek , Lavabo taşı , Diş macunu ve fırçası ve daha yüzlercesi Organik olarak üretiliyor . Bunları hayatınıza sokup bunlarla yaşarsanız Organik yaşam felsefesini hayatınıza uygulamış olursunuz . Bu felsefeden yola çıkarak Organik Tarım Yıllardır bozulan , kaybolan ekolojik sistemi yeniden kurmaya yönelik insan ve çevre sağlığına uyumlu üretim sistemlerini içermeye yönelik İçinde kalıntı bırakan ve genetiğiyle ve Dna sıyla oynanmamış sentetik, kimyasal ve tarım ilaçları , hormonlar ,Antibiyotikler ve mineral gübrelerin kullanılmadığı onun yerine ekolojik ve yeşil Gübrelemenin yapıldığı toprağın korunmasını ve bitkinin direncinin arttırılmasını doğa dostu böcekler ve mikroorganizmaların çoğaltılmasını bütün bu alanların kapalı bir sistemde oluşturulmasını öneren ,üretimde sadece miktar artışını değil aynı zamanda ürün kalitesini de amaçlayan bir üretim uygulamasıdır .
ORGANİK TARIMA BAŞLAMA
Organik tarım müteşebbis ile yetkilendirilmiş kuruluş arasında imzalanan sözleşme esasına dayanır .Bu sözleşme , tarımsal faaliyetin bu yönetmenlik hükümlerine göre yapılacağını belirleyen yazılı anlaşmayı ifade eder. Bu uygulamalarına geçmek isteyen müteşebbisler kurumumuza başvuru aşamasında aşağıdaki belgelerin tamamlanmasından sonra sözleşme imzalanır bu belgeler.
1- Organik bitkisel üretim yapacak müteşebbisler , TC kimlik numarası yazılı nüfus hüviyet cüzdanı fotokopisi .
2- Üretim alanının Tapu fotokopisi kadastro geçmemişse araziye ait kroki.
3- Müracaat eden müteşebbisin arazinin veya arazinin kullanım hakkının kendine ait olduğunu dair bilgi ve belgeleri
4- Gıda işleyen işyeri ise Üretim izin belgesi,gıda sicil belgesi,ve çalışma izni .
5- Ekolojik girdi ( Gübre , Toprak düzenleyici v.b üretimi yapan müteşebbisler ) Tarım ve Köy işleri Bakanlığından aldıkları Lisans ve Tesçil belgesi
6- Organik Tarım metoduyla Hayvancılık , Arıcılık , Kanatlı yetiştiriciliği, Organik yumurta üretimi yapacak olan müteşebbisler 28.02.2001 ve 4631 sayılı hayvan ıslahı kanunu hükümlerine uygun olması ve genetiği değiştirilmemiş hayvanların damızlık olarak kullanılmaması şartı aranır ve 2 yıl geçiş süresi uygulanır .
7- Organik su ürünleri üretimi yapacak müteşebbis kamuya ait alanda üretim yapacaklarsa ilgili kurumdan alınacak yazılı izin belgesini şirketimize ibraz etme şartı vardır .
8- Orman ve doğal alanlardan ürün toplayan müteşebbis ürün toplamadan önce bu alanların mülkiyetinin ve kullanma alanlarının ait olduğu makamdan yazılı izin alması şartı vardır .Söz konusu alanlardan toplanan ürünler için geçiş süreci alanın konumuna ve özelliğine göre kurumumuz tarafından belirlenir.
GEÇİŞ SÜRECİ NEDİR? NİÇİN UYGULANIYOR .
Organik yöntemler ile üretime başlamasından elde edilen Bitkisel , Hayvansal ürünün Organik ürün sertifikası almasına kadar geçen süre diye tanımlanır . Bir başka ifadeyle konvansiyonel bitkisel ve hayvansal ürünün Organik bitkisel ve hayvansal ürüne dönüşüm periyodudur .bu süre tek yıllık bitkilerde ve hayvansal üretimde 2 yıl çok yıllık bitkilerde 3 yıldır. Bu süreyi uzatmak ve kısaltmak hakkı kurumumuzca yeterli tetkikler yapıldıktan sonra yönetmenlik hükümlerine göre uygulanır .
Müteşebbisin başarılı bir geçiş süreci uygulayabilmesi için iyi bir plan yapması lazımdır bu plan topografya ,toprağın iyileştirilmesi ( herbisit ve pestisitler den temizlenme ) , bitkinin ve hayvanın doğaya uygun olarak gelişmesi ve bağışıklık sisteminin arttırılması , zararlı ve hastalık risklerinin en aza indirilmesi ,erozyonun kontrol altına alınması,sulama suyunun uygun kullanımı ,toprak işlenmesinin azaltılmasını bitki gelişiminin izlenmesi ( kök ve vegtatif) , ekim nöbeti ,biyolojik ve bioteknik sistemlerini kullanmaya başlama v.b konuları kapsar. Geçiş sürecindeki ürünler bitkisel üretimde organik tarıma başlamasından 12 ay sonra (Organik tarım geçiş süreci ürünü dür) etiketiyle pazarlanır.
EKOLOJIK TARIMIN GENEL KURALLARI
Ekolojik tarım müteşebbis ile yetkilendirilmiş kuruluş arasında imzalanan sözleşme esaslarına dayanır .Bu sözleşme organik tarım uygulamasının Tarım ve Köy işleri bakanlığının organik tarım yönetmenliği hükümlerine göre yapılacağını belirleyen karşılıklı imzalanan yazılı anlaşmayı ifade eder . ve bu üretim metodu yetkilendirilmiş kuruluş kontrolünde yapılır .
11 Şubat 2009 Çarşamba
Sürdürülebilir Kalkınma
Sürdürülebilir Kalkınma
1987 yılında Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu (World Commission for Environment and Development) Brundtlad Raporu’nda Sürdürülebilir Kalkınma’yı şu şekilde tanımlamaktadır. “Gelecek nesillerin, ihtiyaçlarını karşılama yetenek ve olanaklarını kısıtlamaksızın, bugünkü ihtiyaçların karşılanması”.
Bu kavramla, bireyler arası ekonomik eşitsizlik sorununa ek olarak nesiller arasında doğal kaynakların kullanılmasında ki fırsat eşitsizliği sorunu da ortaya çıkmıştır. Kısacası marjinal ekonomik büyümeyle marjinal ekolojik kaynak kullanma aynı kapsamda görülmüştür.
Sosyal Adalet kavramına geniş bir açıdan bakıldığında içinde Çevresel Adalet kavramının büyük ölçüde yer aldığı anlaşılır. Gelecek nesillerin, yaşanabilir bir çevreyi ve doğal kaynaklar açısından içi boşaltılmamış bir Dünya’yı miras almaları sadece sosyal adalet açısından değil etik olarak da tartışmasız kabul edilmesi gereken bir gerçektir.
Ekonomik büyüme, çağımızın temel paradigmasıdır. Son iki yüz yıl içinde, insanlığın yüz yüze kaldığı en önemli üç sorun; nüfus artışı, bireyler arası paylaşım sorunu ve işsizlik sorunudur. Her üçünde de sorunun çevresel boyutu ihmal edildiğinden, bu sorunların üstesinden gelindiği düşünülen optimum süreçlerde dahi ekonomik büyüme sağlanamamıştır. Dünya’nın bugünkü durumuna bakıldığında doğal kaynakların genellikle bir defada kullanılarak tüketildiği ve atıkların üretildiği “Tek Geçişli” (Through Put Growth) ekonomilerin sağladığı büyümenin, tam hedefi bulamadığı açıkça izlenmektedir. Bu tür, sürdürülebilirliği düşünülmeden planlanan ekonomik büyümelerde, ekonomik açıdan büyürken fakirleşmek en olası sonuçtur. Sadece, gayri safi milli gelir düzeyindeki artış ile ekonomik büyümeyi saptamak, kalkınmanın sürdürülebilirliğinin ne olduğunu anlamamaktır. Bu kavramı uygulayabilmemiz için; öncelikle, ekonomilerin maddesel çerçevenin dışına çıkarılması, kalkınmanın niceliksel büyüme yerine niteliksel gelişme felsefesinin içine yerleştirilmesi, teknolojik ve sosyolojik her gelişimin bugünün olduğu kadar geleceğin ihtiyaçlarına da cevap vermesini benimsememiz gerekir. Nicelik ve nitelik arasındaki farkın toplumun tüm bireyleri tarafından algılanmasının bir başka faydası da, halkın, kendi sorunlarının çözümünde kalıcı bir formül arayışına girmesini ve getirilen çözümlerdeki yanlışları sorgulamasını sağlamasıdır.”
Sürdürülebilir kalkınmanın ana prensipleri 6 başlık altında özetlenebilir:
• Çevre: Doğanın fiziksel taşıma kapasitesi, kaynak kullanımımıza ve yaptığımız pek çok aktiviteye kısıtlama getirmemizi gerektirir. Aksi halde geriye, bizden sonraki nesillere yaşayabilecekleri bir dünya bırakamayız.
• Gelecek: Kendi ihtiyaçlarımızı karşılarken, gelecek kuşaklara onlarında kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bir dünya bırakmak zorunda olduğumuzu unutmamalıyız.
• Hayat Kalitesi: İnsan refahının sadece maddesel değil, aynı zamanda sosyal, kültürel, ahlaki ve ruhsal boyutlara da bağlı olduğu unutulmamalıdır.
• Adalet: Refah, şanslar ve sorumluluklar ülkeler arasında ve aynı ülkedeki farklı sosyal gruplar arasında adil şekilde paylaştırılmalıdır. Fakir ve bazı kısıtlamalarla yüzyüze olanların ihtiyaçları ve hakları mutlaka göz önüne alınmalıdır.
• Tedbirsel Prensipler: Eğer, herhangi bir hareketin ve gelişimin çevresel etkilerinden çok emin değilsek daha çok tedbir alınmalıdır.
• Bütünsel Düşünme: Eğer, karmaşık bir sürdürülebilirlik problemiyle karşı karşıya isek, bu problemin içerdiği tüm faktörler çözüme dahil edilmelidir.
Sürdürülebilir kalkınma olgusunu benimsemek, kişiyi hem yöresel, hem küresel düşünmeye ve davranmaya zorlar. Dolayısıyla, alınan her karar, yapılan her uygulama bireysellikten çıkartılıp, çoğula ve hatta uluslar arası platforma taşınmak zorunda kalır.
Sürdürülebilir kalkınmanın tartışılmaz ve birbirinden ayrı irdelenemez 3 boyutu vardır:
• Sosyal Boyut: Sürekli eğitim ile, kişilere “Hayat Kalitesinin Arttırılmasının” kendilerine ve sonraki nesillere sağlayacağı faydalar anlatılmalıdır.
• Ekonomik Boyut: Yeryüzündeki her kaynak sınırlıdır. Dolayısıyla, elimizdeki kaynak ne olursa olsun, bu kaynağın insan yaşamının kalitesini arttırabilecek biçimde nasıl en adil dağıtılabileceğinin yolu bulunmalıdır.
• Çevresel Boyut: Geri dönüşümlü olsun ya da olmasın, her doğal kaynağın, devamlılığını sağlayabilecek ve yaşam kalitemizi arttırabilecek şekilde kullanımı hedeflenmektedir.
Öncelikle karar verilmesi gereken konu, çevrenin mi ekonominin, yoksa ekonominin mi çevrenin bir parçası olduğudur. Ekonomistler çevreyi ekonominin alt dalı olarak görürken ekologlar bunun tam tersini savunmaktadırlar. Bu tartışmalar sonucu ekonomi ile dünyanın ekosistemleri arasındaki ilişki giderek gerilimli bir hal almakta ve büyük ekonomik kayıplar ortaya çıkmaktadır. Bizlerin görevi, daha önceki uygarlıklarda olduğu gibi çevre tahribi uzun vadeli ekonomik düşüşe yol açmadan bu trendleri yumuşatmak ve birbirleriyle uyumlaştırmak olmalıdır. Ekologlar, her tür ekonomik faaliyetin (aslında hayatın) dünyanın ekosistemlerine dayalı olduğunun bilinci içerisinde milyonlarca türün, birbirlerine, besin zincirleri, besin maddesi döngüleri, hidrolojik döngüler ve iklim sistemi ile bağlanmış şekilde yaşadıklarını ve zincirdeki en ufak kopmanın dengeleri alt üst edeceğini iddia ederek üretime yönelik faaliyetlere karşı oldukça çekinceli bir davranış sergiliyorlar. Ekonomistler ise hayatın reel devamını sağlayacak üretimleri optimize etmeye çalışırlarken işin çevresel boyutuna pek de önem vermiyorlar.
Diğer bir anlatımla, Ekonomistler küresel ekonominin ve uluslar arası ticaret ve yatırımın emsalsiz gelişimine bakıp benzer bir gelecek görüyorlar. 1950’dan beri bir dünya ekonomisinin yedi katına çıkmasından, mal ve hizmet çıktılarının 6 trilyon $’dan 2000 yılında 43 trilyon $’a yükselmesinden ve yaşam standartlarının daha önceleri hayal edilemeyecek seviyelere ulaşmasından kendilerince haklı bir gururla söz ediyorlar. Ekologlar ise aynı büyümeye bakıyor ve bunun yüksek miktarda ucuz fosil yakıtlarının yakılmasının bir ürünü olduğunu ve bunun iklim değişikliğine yol açtığını söylüyorlar. Ekologlar gelecekte daha da şiddetli sıcak dalgalarının, daha yıkıcı fırtınaların, eriyen buzulların ve nüfuslar arttıkça toprak alanların daha da daralmasına yol açacak deniz seviyesi artışlarının olacağını biliyorlar. Ekonomistler hızla yükselen ekonomik göstergelerle ilgilenirken, ekologlar sonuçlarını kimsenin öngöremeyeceği iklim değişmesine yol açan bir ekonomiye dikkat çekiyorlar.
Elbetteki üretmeden, üretimi paraya çevirmeden yaşamak gibi bir hayal kurma lüksümüz yok. Şu halde; soruna bir bütün olarak bakarak ekosistemi alt üst etmeden üretmenin yolunu bulmalıyız. Bu noktada karşımıza yeni bir terminoloji çıkıyor. “EKO-EKONOMİ”. Bu yeni terim; bazılarının ekonomik gelişmeyi engelleyici, üretimi kısıtlayıcı bir engel olarak gördükleri “SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA” olgusunun aslında ekonomik gelişmeyi engelleyen, üretimi kısan değil tam tersine ekonomik kazanç ile tüketicilerin yaşam kalitelerini iyileştirme amaçlarının arasındaki sinerjiyi arttırıcı bir anlam taşıdığını; net olarak tanımlamak üzere kullanılmaktadır.
7 Şubat 1992’de imzalanan Maastricht Antlaşması’nın 2. maddesinde topluluğun görevlerinden birinin;
“Topluluk içinde ekonomik hayatın uyumlu ve dengeli gelişimini; anti-enflasyonist, istikrar içinde ve çevresel bakımdan da tatmin edici bir ekonomik büyüme ile sağlamak” olduğu belirtilmiştir.
Görüldüğü gibi Maastricht’in 2. maddesi 1987 Brundland Raporu’nda tanımlanan SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA olgusunun bir uzantısıdır.
Maastricht Antlaşması’nın XVI. başlığı altındaki 13OR maddesinde düzenlenen hedefler şöyledir:
• Çevre kalitesinin korunması ve iyileştirilmesi
• İnsan sağlığının korunması
• Doğal kaynakların dikkatli ve rasyonel kullanımı
• Uluslar arası düzeyde, bölgesel ya da evrensel çevre sorunlarıyla mücadele etmeyi hedefleyen tedbirlerin alınması
Komisyon, Maastricht Antlaşması’nda “Çevreye verilen zararların kaynağında düzeltilmesi” ve “Kirleten öder” ilkelerini geliştirerek 18 Mart 1992’de 5. Çevre Eylem Planı’nı kabul etmiştir. “Çevreyi kirlenmeden önce koruma ilkesi” ve “Ortak sorumluluk İlkesi” 5. Eylem Planı’nın ana temalarıdır.
5. Çevre Eylem Planı’nın öncelikli faaliyet alanları şöyle sıralanmaktadır:
• Doğal kaynakların sürdürülebilir kalkınmayı sağlayabilecek biçimde kullanılması
• Kirlilik kontrolü ve atık yönetiminin aynı paralelde yürütülmesi
• Yenilenemeyen enerji kaynaklarından mümkün olduğunca az yararlanılması
• Kentsel alanlarda çevre kalitesinin yükseltilmesi ve yerleşime ilişki
• tedbirlerin alınması
• Kamu sağlığı ve güvenliğinin yerleştirilmesi
ÇEVRE ve SANAYİ-SÜRDÜRÜLEBİLİR ENDÜSTRİYEL BÜYÜME
5. Çevre Eylem Programı’nda, endüstriye dikkat çekilmekte ve çevre kirliliğinin en önemli sebeplerinden biri olarak gösterilmektedir. Bilindiği gibi, Türkiye’de üretim yapan firmaların % 99.8’i KOBİ kapsamına girmektedir. Dolayısıyla 5. Çevre Eylem Programı’nda KOBİ’lere yönelik öngörülen tedbirler çok kısa bir süre içerisinde yaptırımlar haline gelecek ve bu tedbirleri almayan firmalar ticari hayatlarını noktalamak zorunda kalacaklardır.
Çünkü, Türkiye çevre mevzuatında yer alan standartları benimsemediği taktirde rekabeti bozduğu gerekçesiyle cezalandırılacak ve Türk firmalarının dış pazara girmesi engellenecektir.
Eylem planında öngörülen tedbirleri şu şekilde özetleyebiliriz:
• Endüstri ile diyalogun güçlendirilmesi
• Materyal ve stratejik planlamanın geliştirilmesi
• Üretim süreci kontrolünün yapılması
• Üretim sürecinde çevreye duyarlı teknolojinin kullanılması
• Yenilenebilir enerji kaynakları kullanımının desteklenmesi
• Daha güvenilir ürün standartları konulması
• Sertifikasyon uygulamaları yaygınlaştırılmalıdır.
• Atıkların ıslahının yapılması ve yeniden kullanılabilme teknolojisine yatırım yapılmalıdır.
• ÜRÜN KALİTESİ BELİRLEME LABARATUVARLARI kurulmalıdır.
• Hizmet içi eğitimler verilmelidir.
Ekonomik unsurların çevresel unsurlara çevresel unsurlarında ekonomik unsurlarca dahil edilebilmesi için;
A- Üreticilere:
• Atık Yönetimi (Geri Kazanım)
• Üretim Metotları
• Teknolojik Gelişmenin Önemi
Konularında eğitimler verilmeli ve böylece KAPASİTE GELİŞİMLERİ’nin kazanacağı ivme vurgulanmalıdır.
B- Üreticilerin dış pazar konusunda bilinçlenmeleri sağlanmalı, ancak 5. Çevre Eylem Planı’nda belirtilen standartlarda ve koşullarda üretim yapmadıkları takdirde rekabeti bozdukları gerekçesiyle dış pazara girmelerinin mümkün olamayacağı vurgulanmalıdır. Böylece KOBİ’ler hem uygun projelere yönlendirilebilecek hem de bütçelerinden çevre yatırımlarına pay ayırmak zorunda kalacaklardır.
ÇEVRE ve TARIM-SÜRDÜRÜLEBİLİR KIRSAL KALKINMA
Üretimin önemli bir bacağının tarıma dayalı olduğu düşünülürse, tarım ve çevre politikalarının da uyumlaştırılması gerekliliği de açıkça ortaya çıkar. 5. Eylem Programı, kırsal kalkınma konusunda kapsamlı ve bütünsel bir yaklaşım içindedir. Bu bağlamda;
• Kırsal kesim ekstansif üretimden entansif üretime yönlendirilmelidir.
• Tarımsal faaliyetlerin Gıda kodeksine uygun yapılması sağlanmalıdır.
• Organik çiftçilik gibi yoğun olmayan tarım teknikleri kullanılmalıdır.
• Tarım araçları düzenli kullanılmalıdır.
• Tarım kimyasalları uluslar arası alanda benimsenmiş prensiplere göre kullanılmalıdır.
• Çevre ile uyumlu teknoloji kullanan girişimcilere devlet desteği sağlanmalıdır.
• Su kaynakları yönetimi uygulanmalıdır.
• Tarım arazilerinin amaç dışı kullanımı yasaklanmalıdır.
• Dezavantajlı bölgelerde, tarım dışı gelir getirici faaliyetler desteklenmektedir.
• Orman eko sisteminin korunması için orman köyleri gelir getirici faaliyetler anlamında desteklenmelidir.
• Çölleşme ve erozyona karşı tedbir alınmalıdır.
• Ekosistemlerin korunmasına ilişkin önlem alınmalıdır.
• Doğal çayır ve meraların doğal karakterini korumasına yönelik tedbirler alınmalıdır.
ÇEVRE ve HUKUK-ÇEVRE HAKKI
Çevrebilimin, çevreyi koruma ve çevre sorunlarını gidermeye yönelik çalışmaları, yeni bir hukuk dalı olan çevre hukukunun doğmasına neden olmuştur. Ancak, ülkemizde, hukuki yaptırımlar kifayetsizdir. Çevre ile Kalkınmanın uyumlaştırılmasına yönelik yaklaşımları engelleyen, tedbirleri geciktiren ya da yetkisini azaltan her türlü aksaklık, hukuki düzenlemeler ile ortadan kaldırılmalıdır. Örneğin Mevcut İmar Planlama Sistemi ve bu sistemin hukuki esasını meydana getiren 3194 sayılı İmar Kanunu, modern çevre ve ekolojik öğeleri kapsamamaktadır. Aynı bağlamda, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, 6831 sayılı Orman Kanunu, 3621 sayılı Kıyı Kanunu, 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu’da, 2872 Sayılı Çevre Kanunu gibi, günün ihtiyaçlarına tam anlamıyla cevap verememektedir. Her ne kadar kanun ile yerel yönetimlere ve mülki idarelere bazı yetkiler verilmişse de, teknik donatım ve alt yapı yetersizlikleri, nitelikli personel ve kaynak yetersizliği dolayısıyla yetkiler etkin kullanılamamaktadır. İlgili kanun, AB müktesebatı paralelinde, ülkemizin gerçekleri doğrultusunda, uzman görüşleri ve STK ların tavsiyeleri ışığında tekrar elden geçirilmelidir. Ancak, bu yenilenme yapılana kadar, şu an uygulamada olan kanunun etkin biçimde kullanılmasına öncelik verilmelidir.
Çevre Hukuku’nda ki gelişmelerin sonucu, ‘Çevre Hakkı’ olarak tanımlanan bir insan hakkının ortaya çıkması ve bu hakkın, uluslar arası ve ulusal seviyede birçok belgede ve anayasada yer almasına yol açmıştır. Mevcut Anayasamızın, 56. Maddesinde yer alan ‘Çevre Hakkı’nın küresel gelişmelere ve AB normlarında ki kullanış biçimlerine uyumlu hale gelmesi için, bu hakkın üç aşamalı haklar silsilesi olarak değerlendirilmesi gerekmektedir.
• Bilgiye Erişim Hakkı
• Karar Mekanizmalarına katılım Hakkı
• Yargıya Başvuru Hakkı
Her ne kadar bilgiye erişim hakkı, anayasanın 74. maddesinde ‘Bilgilenme hakkı’ olarak yer alıyorsa da, Türkiye’de bilgiye ulaşmayı sağlayan güçlü bir mekanizma yoktur. Bu durum ülkemizde yaşanan çevre sorunlarının önemli nedenlerinden biridir. Daha çok bilgilenmiş halk, hem çevreyi korumakla ilgili olarak daha duyarlı davranır, hem de çevre standartlarının uygulanmasında ısrarcı olur. Çevre sorunlarının çözümünde, Katılımcı Demokrasi kavramı bu noktada ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, güçlü bir hukuk sisteminin yanı sıra, Sivil Toplum Kuruluşları’nın etkinleşmesi toplumsal bilincin yükseltilmesi çevre yönetiminin toplam kalitesini yükseltecektir.
Her alanda olduğu gibi çevre yönetiminde de halkın devlete güvenmesi şeffaflık ilkesinin uygulanması ve hukuk sisteminin doğru çalışması ile sağlanabilir. Halk ‘Yargıya Başvuru Hakkı’ nı daha rahat kullanabildikçe, siyasal hukukun demokratikleşmesi sağlanabilecektir.
Çevre Hakkı, yalnız yaşayan insanların değil, gelecek nesillerin de hakkını kapsamaktadır. Dolayısıyla, bu hakkın ihlali, yalnız günümüze ait değil, geleceğe ait bir hakkın da ihlalidir.
ÇEVRE ve EĞİTİM
Eğitim sistemimizde, Çevre Bilinci oluşturmaya yönelik hiçbir uygulama bulunmamaktadır. Gerek temel eğitimde ve gerekse de yetişkin eğitiminde kullanılan müfredatlara çevre bilincini geliştirecek ve konuyla ilgili toplumsal farkındalık yaratacak modüllerin yerleştirilmesi faydalı olacaktır. Bu gün, Avrupa Birliğine üye ülkelerde yaygın kullanımı amaçlanan vatandaşlık eğitimlerinde ‘Ecological Competence’ başlığında ki modüle yer verilmektedir. Modülde, doğanın korunmasının insan varlığının devamı üzerinde ki etkisi ve insanlığın bu yaklaşımdan elde edecekleri kazanımlar üzerinde durulmaktadır.
Ayrıca, Bölge Üniversitelerinin desteklenmesi ve bu üniversitelerde bölgesel çevre sorunlarına ve bunların çözümlerine yönelik eğitim veren bölümlerin açılması da soruna kalıcı çözüm getirecektir.
Gerek Devlette gerekse de özel sektörde AR-GE çalışmaları yapılmamaktadır. Bu sorunun üstesinden gelinmedikçe, ulusal gerçeklerle, uluslararası standartlar bağdaştırılamayacaktır.
ÇEVRE ve ENERJİ-YENİLENEBİLİR ENERJİ KAYNAKLARI
Çevre sorunlarının küresel bir tehdit olduğu bilinci içerisinde, enerji kaynaklarının yeniden gözden geçirilmesi ve en kısa zamanda alternatif çözümler getirilmesi gereklidir.
Çevre Dostu ve Yeşil Enerji olarak adlandırılan ‘Yeni ve Yenilenebilir Enerji Kaynakları’ kullanılarak büyük miktarda enerji sağlamak olasıdır.
Jeotermal Enerji, potansiyel tespit edilip kullanımı başlatıldıktan sonra derinleştirilen kuyularla bir arttırılan bir kaynaktır. Ülkemizde sıcaklığı 40
Derecenin üzerinde olan 140 jeotermal saha olduğu düşünülürse, elde edilebilecek enerjinin azımsanamayacak miktarda olacağı kolayca anlaşılır.
İyi bir alan çalışması ile uygun sahaların tespit edilmesinin ardından, düzlemsel güneş kollektörleri ve rüzgar değirmenleri gibi son derece ucuz yatırımlarla, güneş ve rüzgar gibi iki doğa gücünü enerjiye çevirmek mümkündür.
Ülkemizde, kaçak ağaç kesiminin sonucu, 5 milyon hektar bozuk orman alanı oluşmuştur. ‘Enerji Ormanı’ Projesi ile bu alanların üretime sokulması olasıdır. Ülkemizde, toplanan hayvan gübrelerinin biyogaz tesislerinde değerlendirilmesi sonucu elde edilen gübrenin kimyevi karşılığı, toplam 2 792 000 Ton/yıl’dır. Bunun elektrik enerjisi olarak karşılığı ise yaklaşık olarak yılda 24.5 milyon KWH olarak kabul edilmektedir. Bu konuda yapılacak ciddi bir çalışma sonucu, elde edilen enerji miktarının kat kat arttırılacağı aşikardır.
Çöplerin düzenli depolanması sonucu oluşan ve %60’a yakını metan olan gazın bir enerji kaynağı olarak kullanılmaması bir enerji israfıdır. Ülkemizde, günde yaklaşık 65 bin ton çöp üretildiği ve ülkemizde bulunan 3215 belediyeden sadece 11’inde düzenli depolama yapıldığı düşünüldüğünde israfın boyutu ortaya çıkmaktadır.
Üç tarafı denizlerle çevrili olan ülkemizde, dalga enerjisinden henüz yararlanılmamaktadır. Her ne kadar tüm kıyılarda dalga enerjisi tesisi kurulması olası değilse de, konuyla ilgili olarak yapılacak çalışmalar, yerel çözümler getirebilir.
Türkiye’de, elektrik üretiminin %38.5’u hidrolik kaynaklardan karşılanmaktadır. Bu miktar 124:5 milyar KWH olarak hesaplanmıştır. Bu miktarın ancak 36.341 milyar KWH’i kullanılmaktadır. Elde edilen enerjinin %29’unun hizmete sunulmuş olması anlaşılmazdır.
ÇEVRE ve DEVLET
Avrupa Birliği ülkeleri tarafından yaygın olarak kullanılan gönüllü anlaşmalar, son yıllarda ülkemizde de uygulanmaya başlamıştır. Çevre Kanunu’nun “Çevresel Etki Değerlendirmesi” başlığını taşıyan 10. maddesi uyarınca;
‘Gerçekleştirmeyi planladıkları faaliyetleri sonucu çevre sorunlarına yol açabilecek kurum, kuruluş ve işletmeler bir “Çevresel Etki Değerlendirme Raporu” hazırlarlar. Bu raporda çevreye yapılabilecek bütün etkiler göz önünde bulundurularak çevre kirlenmesine sebep olabilecek atık ve artıkların ne şekilde zararsız hale getirilebileceği ve bu hususta alınacak önlemler belirtilir’.
Raporların uygun olup olmadığı Çevre Bakanlığı’nca saptanır. Geçerli olanlar İnceleme Değerlendirme Komisyonu’na yönlendirilir. Değerlendirme yapıldıktan sonra Komisyonun olumlu ya da olumsuz görüşü Bakanlığa bildirilir. Olumsuz görüş alan kurum kuruluş ve işletmelerin faaliyetleri için onay, izin, teşvik ve ruhsat verilemez; uygulama imar planı, mevzii imar planı ve bunlarla ilgili ilaveler ile değişiklikler onaylanamaz ve ihale edilemezler.
ÇED yönetmeliği yürürlüğe girmiş olmasına rağmen, değerlendirmenin dayandırılacağı veri tabanının ve bilginin eksikliği, değerlendirmeyi yapacak insan gücünün kifayetsizliği ve diğer yapısal sorunlar nedeniyle uygulama sınırlı ve yolsuzluğa elverişlidir.
Çevre Bakanlığı, çevreden sorumlu diğer kuruluşlarla koordinasyon ve işbirliği içinde çalışmasını kolaylaştıracak bir yapılanma içine sokulmalıdır. Tüm kurumlar arasında işbölümü ve işbirliği sağlamaya yönelik mekanizmalar geliştirilmeli, etkili ve eşgüdüm içinde çalışan bir ÇEVRE DENETİM ÜST KURULU oluşturulmalı, bu bağlamda yerel yönetimler bünyesinde çevre birimleri kurulmalıdır. Böylece çevre konusuna ayrılan kaynakların amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığı da kolayca takip edilebilecektir.
Çevre Vergilerinden, Çevre Kirliliği Önleme Fonu’ndan toplanan kaynaklar dahi doğru kullanılsa, sorunun çözümüne yönelik bazı adımlar atılabilecekken, bu kaynaklar nerede harcandığı belli olmaz bir şekilde tüketilmektedir. Çevre sorunlarına kalıcı çözümler üretilmesi için, çevreye evrensel düzeyde ve bir bütün olarak sahip çıkılması, sorunların bilimsel düzeyde değerlendirilmesi, katılımcı-şeffaf bireyin ve sivil toplum kuruluşlarının rolünün güçlendirilmesi, yapısal dönüşüme giderek merkeziyetçi yapının yumuşatılması gerekmektedir.
Kaynak:www.isletme.biz
1987 yılında Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu (World Commission for Environment and Development) Brundtlad Raporu’nda Sürdürülebilir Kalkınma’yı şu şekilde tanımlamaktadır. “Gelecek nesillerin, ihtiyaçlarını karşılama yetenek ve olanaklarını kısıtlamaksızın, bugünkü ihtiyaçların karşılanması”.
Bu kavramla, bireyler arası ekonomik eşitsizlik sorununa ek olarak nesiller arasında doğal kaynakların kullanılmasında ki fırsat eşitsizliği sorunu da ortaya çıkmıştır. Kısacası marjinal ekonomik büyümeyle marjinal ekolojik kaynak kullanma aynı kapsamda görülmüştür.
Sosyal Adalet kavramına geniş bir açıdan bakıldığında içinde Çevresel Adalet kavramının büyük ölçüde yer aldığı anlaşılır. Gelecek nesillerin, yaşanabilir bir çevreyi ve doğal kaynaklar açısından içi boşaltılmamış bir Dünya’yı miras almaları sadece sosyal adalet açısından değil etik olarak da tartışmasız kabul edilmesi gereken bir gerçektir.
Ekonomik büyüme, çağımızın temel paradigmasıdır. Son iki yüz yıl içinde, insanlığın yüz yüze kaldığı en önemli üç sorun; nüfus artışı, bireyler arası paylaşım sorunu ve işsizlik sorunudur. Her üçünde de sorunun çevresel boyutu ihmal edildiğinden, bu sorunların üstesinden gelindiği düşünülen optimum süreçlerde dahi ekonomik büyüme sağlanamamıştır. Dünya’nın bugünkü durumuna bakıldığında doğal kaynakların genellikle bir defada kullanılarak tüketildiği ve atıkların üretildiği “Tek Geçişli” (Through Put Growth) ekonomilerin sağladığı büyümenin, tam hedefi bulamadığı açıkça izlenmektedir. Bu tür, sürdürülebilirliği düşünülmeden planlanan ekonomik büyümelerde, ekonomik açıdan büyürken fakirleşmek en olası sonuçtur. Sadece, gayri safi milli gelir düzeyindeki artış ile ekonomik büyümeyi saptamak, kalkınmanın sürdürülebilirliğinin ne olduğunu anlamamaktır. Bu kavramı uygulayabilmemiz için; öncelikle, ekonomilerin maddesel çerçevenin dışına çıkarılması, kalkınmanın niceliksel büyüme yerine niteliksel gelişme felsefesinin içine yerleştirilmesi, teknolojik ve sosyolojik her gelişimin bugünün olduğu kadar geleceğin ihtiyaçlarına da cevap vermesini benimsememiz gerekir. Nicelik ve nitelik arasındaki farkın toplumun tüm bireyleri tarafından algılanmasının bir başka faydası da, halkın, kendi sorunlarının çözümünde kalıcı bir formül arayışına girmesini ve getirilen çözümlerdeki yanlışları sorgulamasını sağlamasıdır.”
Sürdürülebilir kalkınmanın ana prensipleri 6 başlık altında özetlenebilir:
• Çevre: Doğanın fiziksel taşıma kapasitesi, kaynak kullanımımıza ve yaptığımız pek çok aktiviteye kısıtlama getirmemizi gerektirir. Aksi halde geriye, bizden sonraki nesillere yaşayabilecekleri bir dünya bırakamayız.
• Gelecek: Kendi ihtiyaçlarımızı karşılarken, gelecek kuşaklara onlarında kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bir dünya bırakmak zorunda olduğumuzu unutmamalıyız.
• Hayat Kalitesi: İnsan refahının sadece maddesel değil, aynı zamanda sosyal, kültürel, ahlaki ve ruhsal boyutlara da bağlı olduğu unutulmamalıdır.
• Adalet: Refah, şanslar ve sorumluluklar ülkeler arasında ve aynı ülkedeki farklı sosyal gruplar arasında adil şekilde paylaştırılmalıdır. Fakir ve bazı kısıtlamalarla yüzyüze olanların ihtiyaçları ve hakları mutlaka göz önüne alınmalıdır.
• Tedbirsel Prensipler: Eğer, herhangi bir hareketin ve gelişimin çevresel etkilerinden çok emin değilsek daha çok tedbir alınmalıdır.
• Bütünsel Düşünme: Eğer, karmaşık bir sürdürülebilirlik problemiyle karşı karşıya isek, bu problemin içerdiği tüm faktörler çözüme dahil edilmelidir.
Sürdürülebilir kalkınma olgusunu benimsemek, kişiyi hem yöresel, hem küresel düşünmeye ve davranmaya zorlar. Dolayısıyla, alınan her karar, yapılan her uygulama bireysellikten çıkartılıp, çoğula ve hatta uluslar arası platforma taşınmak zorunda kalır.
Sürdürülebilir kalkınmanın tartışılmaz ve birbirinden ayrı irdelenemez 3 boyutu vardır:
• Sosyal Boyut: Sürekli eğitim ile, kişilere “Hayat Kalitesinin Arttırılmasının” kendilerine ve sonraki nesillere sağlayacağı faydalar anlatılmalıdır.
• Ekonomik Boyut: Yeryüzündeki her kaynak sınırlıdır. Dolayısıyla, elimizdeki kaynak ne olursa olsun, bu kaynağın insan yaşamının kalitesini arttırabilecek biçimde nasıl en adil dağıtılabileceğinin yolu bulunmalıdır.
• Çevresel Boyut: Geri dönüşümlü olsun ya da olmasın, her doğal kaynağın, devamlılığını sağlayabilecek ve yaşam kalitemizi arttırabilecek şekilde kullanımı hedeflenmektedir.
Öncelikle karar verilmesi gereken konu, çevrenin mi ekonominin, yoksa ekonominin mi çevrenin bir parçası olduğudur. Ekonomistler çevreyi ekonominin alt dalı olarak görürken ekologlar bunun tam tersini savunmaktadırlar. Bu tartışmalar sonucu ekonomi ile dünyanın ekosistemleri arasındaki ilişki giderek gerilimli bir hal almakta ve büyük ekonomik kayıplar ortaya çıkmaktadır. Bizlerin görevi, daha önceki uygarlıklarda olduğu gibi çevre tahribi uzun vadeli ekonomik düşüşe yol açmadan bu trendleri yumuşatmak ve birbirleriyle uyumlaştırmak olmalıdır. Ekologlar, her tür ekonomik faaliyetin (aslında hayatın) dünyanın ekosistemlerine dayalı olduğunun bilinci içerisinde milyonlarca türün, birbirlerine, besin zincirleri, besin maddesi döngüleri, hidrolojik döngüler ve iklim sistemi ile bağlanmış şekilde yaşadıklarını ve zincirdeki en ufak kopmanın dengeleri alt üst edeceğini iddia ederek üretime yönelik faaliyetlere karşı oldukça çekinceli bir davranış sergiliyorlar. Ekonomistler ise hayatın reel devamını sağlayacak üretimleri optimize etmeye çalışırlarken işin çevresel boyutuna pek de önem vermiyorlar.
Diğer bir anlatımla, Ekonomistler küresel ekonominin ve uluslar arası ticaret ve yatırımın emsalsiz gelişimine bakıp benzer bir gelecek görüyorlar. 1950’dan beri bir dünya ekonomisinin yedi katına çıkmasından, mal ve hizmet çıktılarının 6 trilyon $’dan 2000 yılında 43 trilyon $’a yükselmesinden ve yaşam standartlarının daha önceleri hayal edilemeyecek seviyelere ulaşmasından kendilerince haklı bir gururla söz ediyorlar. Ekologlar ise aynı büyümeye bakıyor ve bunun yüksek miktarda ucuz fosil yakıtlarının yakılmasının bir ürünü olduğunu ve bunun iklim değişikliğine yol açtığını söylüyorlar. Ekologlar gelecekte daha da şiddetli sıcak dalgalarının, daha yıkıcı fırtınaların, eriyen buzulların ve nüfuslar arttıkça toprak alanların daha da daralmasına yol açacak deniz seviyesi artışlarının olacağını biliyorlar. Ekonomistler hızla yükselen ekonomik göstergelerle ilgilenirken, ekologlar sonuçlarını kimsenin öngöremeyeceği iklim değişmesine yol açan bir ekonomiye dikkat çekiyorlar.
Elbetteki üretmeden, üretimi paraya çevirmeden yaşamak gibi bir hayal kurma lüksümüz yok. Şu halde; soruna bir bütün olarak bakarak ekosistemi alt üst etmeden üretmenin yolunu bulmalıyız. Bu noktada karşımıza yeni bir terminoloji çıkıyor. “EKO-EKONOMİ”. Bu yeni terim; bazılarının ekonomik gelişmeyi engelleyici, üretimi kısıtlayıcı bir engel olarak gördükleri “SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA” olgusunun aslında ekonomik gelişmeyi engelleyen, üretimi kısan değil tam tersine ekonomik kazanç ile tüketicilerin yaşam kalitelerini iyileştirme amaçlarının arasındaki sinerjiyi arttırıcı bir anlam taşıdığını; net olarak tanımlamak üzere kullanılmaktadır.
7 Şubat 1992’de imzalanan Maastricht Antlaşması’nın 2. maddesinde topluluğun görevlerinden birinin;
“Topluluk içinde ekonomik hayatın uyumlu ve dengeli gelişimini; anti-enflasyonist, istikrar içinde ve çevresel bakımdan da tatmin edici bir ekonomik büyüme ile sağlamak” olduğu belirtilmiştir.
Görüldüğü gibi Maastricht’in 2. maddesi 1987 Brundland Raporu’nda tanımlanan SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA olgusunun bir uzantısıdır.
Maastricht Antlaşması’nın XVI. başlığı altındaki 13OR maddesinde düzenlenen hedefler şöyledir:
• Çevre kalitesinin korunması ve iyileştirilmesi
• İnsan sağlığının korunması
• Doğal kaynakların dikkatli ve rasyonel kullanımı
• Uluslar arası düzeyde, bölgesel ya da evrensel çevre sorunlarıyla mücadele etmeyi hedefleyen tedbirlerin alınması
Komisyon, Maastricht Antlaşması’nda “Çevreye verilen zararların kaynağında düzeltilmesi” ve “Kirleten öder” ilkelerini geliştirerek 18 Mart 1992’de 5. Çevre Eylem Planı’nı kabul etmiştir. “Çevreyi kirlenmeden önce koruma ilkesi” ve “Ortak sorumluluk İlkesi” 5. Eylem Planı’nın ana temalarıdır.
5. Çevre Eylem Planı’nın öncelikli faaliyet alanları şöyle sıralanmaktadır:
• Doğal kaynakların sürdürülebilir kalkınmayı sağlayabilecek biçimde kullanılması
• Kirlilik kontrolü ve atık yönetiminin aynı paralelde yürütülmesi
• Yenilenemeyen enerji kaynaklarından mümkün olduğunca az yararlanılması
• Kentsel alanlarda çevre kalitesinin yükseltilmesi ve yerleşime ilişki
• tedbirlerin alınması
• Kamu sağlığı ve güvenliğinin yerleştirilmesi
ÇEVRE ve SANAYİ-SÜRDÜRÜLEBİLİR ENDÜSTRİYEL BÜYÜME
5. Çevre Eylem Programı’nda, endüstriye dikkat çekilmekte ve çevre kirliliğinin en önemli sebeplerinden biri olarak gösterilmektedir. Bilindiği gibi, Türkiye’de üretim yapan firmaların % 99.8’i KOBİ kapsamına girmektedir. Dolayısıyla 5. Çevre Eylem Programı’nda KOBİ’lere yönelik öngörülen tedbirler çok kısa bir süre içerisinde yaptırımlar haline gelecek ve bu tedbirleri almayan firmalar ticari hayatlarını noktalamak zorunda kalacaklardır.
Çünkü, Türkiye çevre mevzuatında yer alan standartları benimsemediği taktirde rekabeti bozduğu gerekçesiyle cezalandırılacak ve Türk firmalarının dış pazara girmesi engellenecektir.
Eylem planında öngörülen tedbirleri şu şekilde özetleyebiliriz:
• Endüstri ile diyalogun güçlendirilmesi
• Materyal ve stratejik planlamanın geliştirilmesi
• Üretim süreci kontrolünün yapılması
• Üretim sürecinde çevreye duyarlı teknolojinin kullanılması
• Yenilenebilir enerji kaynakları kullanımının desteklenmesi
• Daha güvenilir ürün standartları konulması
• Sertifikasyon uygulamaları yaygınlaştırılmalıdır.
• Atıkların ıslahının yapılması ve yeniden kullanılabilme teknolojisine yatırım yapılmalıdır.
• ÜRÜN KALİTESİ BELİRLEME LABARATUVARLARI kurulmalıdır.
• Hizmet içi eğitimler verilmelidir.
Ekonomik unsurların çevresel unsurlara çevresel unsurlarında ekonomik unsurlarca dahil edilebilmesi için;
A- Üreticilere:
• Atık Yönetimi (Geri Kazanım)
• Üretim Metotları
• Teknolojik Gelişmenin Önemi
Konularında eğitimler verilmeli ve böylece KAPASİTE GELİŞİMLERİ’nin kazanacağı ivme vurgulanmalıdır.
B- Üreticilerin dış pazar konusunda bilinçlenmeleri sağlanmalı, ancak 5. Çevre Eylem Planı’nda belirtilen standartlarda ve koşullarda üretim yapmadıkları takdirde rekabeti bozdukları gerekçesiyle dış pazara girmelerinin mümkün olamayacağı vurgulanmalıdır. Böylece KOBİ’ler hem uygun projelere yönlendirilebilecek hem de bütçelerinden çevre yatırımlarına pay ayırmak zorunda kalacaklardır.
ÇEVRE ve TARIM-SÜRDÜRÜLEBİLİR KIRSAL KALKINMA
Üretimin önemli bir bacağının tarıma dayalı olduğu düşünülürse, tarım ve çevre politikalarının da uyumlaştırılması gerekliliği de açıkça ortaya çıkar. 5. Eylem Programı, kırsal kalkınma konusunda kapsamlı ve bütünsel bir yaklaşım içindedir. Bu bağlamda;
• Kırsal kesim ekstansif üretimden entansif üretime yönlendirilmelidir.
• Tarımsal faaliyetlerin Gıda kodeksine uygun yapılması sağlanmalıdır.
• Organik çiftçilik gibi yoğun olmayan tarım teknikleri kullanılmalıdır.
• Tarım araçları düzenli kullanılmalıdır.
• Tarım kimyasalları uluslar arası alanda benimsenmiş prensiplere göre kullanılmalıdır.
• Çevre ile uyumlu teknoloji kullanan girişimcilere devlet desteği sağlanmalıdır.
• Su kaynakları yönetimi uygulanmalıdır.
• Tarım arazilerinin amaç dışı kullanımı yasaklanmalıdır.
• Dezavantajlı bölgelerde, tarım dışı gelir getirici faaliyetler desteklenmektedir.
• Orman eko sisteminin korunması için orman köyleri gelir getirici faaliyetler anlamında desteklenmelidir.
• Çölleşme ve erozyona karşı tedbir alınmalıdır.
• Ekosistemlerin korunmasına ilişkin önlem alınmalıdır.
• Doğal çayır ve meraların doğal karakterini korumasına yönelik tedbirler alınmalıdır.
ÇEVRE ve HUKUK-ÇEVRE HAKKI
Çevrebilimin, çevreyi koruma ve çevre sorunlarını gidermeye yönelik çalışmaları, yeni bir hukuk dalı olan çevre hukukunun doğmasına neden olmuştur. Ancak, ülkemizde, hukuki yaptırımlar kifayetsizdir. Çevre ile Kalkınmanın uyumlaştırılmasına yönelik yaklaşımları engelleyen, tedbirleri geciktiren ya da yetkisini azaltan her türlü aksaklık, hukuki düzenlemeler ile ortadan kaldırılmalıdır. Örneğin Mevcut İmar Planlama Sistemi ve bu sistemin hukuki esasını meydana getiren 3194 sayılı İmar Kanunu, modern çevre ve ekolojik öğeleri kapsamamaktadır. Aynı bağlamda, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, 6831 sayılı Orman Kanunu, 3621 sayılı Kıyı Kanunu, 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu’da, 2872 Sayılı Çevre Kanunu gibi, günün ihtiyaçlarına tam anlamıyla cevap verememektedir. Her ne kadar kanun ile yerel yönetimlere ve mülki idarelere bazı yetkiler verilmişse de, teknik donatım ve alt yapı yetersizlikleri, nitelikli personel ve kaynak yetersizliği dolayısıyla yetkiler etkin kullanılamamaktadır. İlgili kanun, AB müktesebatı paralelinde, ülkemizin gerçekleri doğrultusunda, uzman görüşleri ve STK ların tavsiyeleri ışığında tekrar elden geçirilmelidir. Ancak, bu yenilenme yapılana kadar, şu an uygulamada olan kanunun etkin biçimde kullanılmasına öncelik verilmelidir.
Çevre Hukuku’nda ki gelişmelerin sonucu, ‘Çevre Hakkı’ olarak tanımlanan bir insan hakkının ortaya çıkması ve bu hakkın, uluslar arası ve ulusal seviyede birçok belgede ve anayasada yer almasına yol açmıştır. Mevcut Anayasamızın, 56. Maddesinde yer alan ‘Çevre Hakkı’nın küresel gelişmelere ve AB normlarında ki kullanış biçimlerine uyumlu hale gelmesi için, bu hakkın üç aşamalı haklar silsilesi olarak değerlendirilmesi gerekmektedir.
• Bilgiye Erişim Hakkı
• Karar Mekanizmalarına katılım Hakkı
• Yargıya Başvuru Hakkı
Her ne kadar bilgiye erişim hakkı, anayasanın 74. maddesinde ‘Bilgilenme hakkı’ olarak yer alıyorsa da, Türkiye’de bilgiye ulaşmayı sağlayan güçlü bir mekanizma yoktur. Bu durum ülkemizde yaşanan çevre sorunlarının önemli nedenlerinden biridir. Daha çok bilgilenmiş halk, hem çevreyi korumakla ilgili olarak daha duyarlı davranır, hem de çevre standartlarının uygulanmasında ısrarcı olur. Çevre sorunlarının çözümünde, Katılımcı Demokrasi kavramı bu noktada ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, güçlü bir hukuk sisteminin yanı sıra, Sivil Toplum Kuruluşları’nın etkinleşmesi toplumsal bilincin yükseltilmesi çevre yönetiminin toplam kalitesini yükseltecektir.
Her alanda olduğu gibi çevre yönetiminde de halkın devlete güvenmesi şeffaflık ilkesinin uygulanması ve hukuk sisteminin doğru çalışması ile sağlanabilir. Halk ‘Yargıya Başvuru Hakkı’ nı daha rahat kullanabildikçe, siyasal hukukun demokratikleşmesi sağlanabilecektir.
Çevre Hakkı, yalnız yaşayan insanların değil, gelecek nesillerin de hakkını kapsamaktadır. Dolayısıyla, bu hakkın ihlali, yalnız günümüze ait değil, geleceğe ait bir hakkın da ihlalidir.
ÇEVRE ve EĞİTİM
Eğitim sistemimizde, Çevre Bilinci oluşturmaya yönelik hiçbir uygulama bulunmamaktadır. Gerek temel eğitimde ve gerekse de yetişkin eğitiminde kullanılan müfredatlara çevre bilincini geliştirecek ve konuyla ilgili toplumsal farkındalık yaratacak modüllerin yerleştirilmesi faydalı olacaktır. Bu gün, Avrupa Birliğine üye ülkelerde yaygın kullanımı amaçlanan vatandaşlık eğitimlerinde ‘Ecological Competence’ başlığında ki modüle yer verilmektedir. Modülde, doğanın korunmasının insan varlığının devamı üzerinde ki etkisi ve insanlığın bu yaklaşımdan elde edecekleri kazanımlar üzerinde durulmaktadır.
Ayrıca, Bölge Üniversitelerinin desteklenmesi ve bu üniversitelerde bölgesel çevre sorunlarına ve bunların çözümlerine yönelik eğitim veren bölümlerin açılması da soruna kalıcı çözüm getirecektir.
Gerek Devlette gerekse de özel sektörde AR-GE çalışmaları yapılmamaktadır. Bu sorunun üstesinden gelinmedikçe, ulusal gerçeklerle, uluslararası standartlar bağdaştırılamayacaktır.
ÇEVRE ve ENERJİ-YENİLENEBİLİR ENERJİ KAYNAKLARI
Çevre sorunlarının küresel bir tehdit olduğu bilinci içerisinde, enerji kaynaklarının yeniden gözden geçirilmesi ve en kısa zamanda alternatif çözümler getirilmesi gereklidir.
Çevre Dostu ve Yeşil Enerji olarak adlandırılan ‘Yeni ve Yenilenebilir Enerji Kaynakları’ kullanılarak büyük miktarda enerji sağlamak olasıdır.
Jeotermal Enerji, potansiyel tespit edilip kullanımı başlatıldıktan sonra derinleştirilen kuyularla bir arttırılan bir kaynaktır. Ülkemizde sıcaklığı 40
Derecenin üzerinde olan 140 jeotermal saha olduğu düşünülürse, elde edilebilecek enerjinin azımsanamayacak miktarda olacağı kolayca anlaşılır.
İyi bir alan çalışması ile uygun sahaların tespit edilmesinin ardından, düzlemsel güneş kollektörleri ve rüzgar değirmenleri gibi son derece ucuz yatırımlarla, güneş ve rüzgar gibi iki doğa gücünü enerjiye çevirmek mümkündür.
Ülkemizde, kaçak ağaç kesiminin sonucu, 5 milyon hektar bozuk orman alanı oluşmuştur. ‘Enerji Ormanı’ Projesi ile bu alanların üretime sokulması olasıdır. Ülkemizde, toplanan hayvan gübrelerinin biyogaz tesislerinde değerlendirilmesi sonucu elde edilen gübrenin kimyevi karşılığı, toplam 2 792 000 Ton/yıl’dır. Bunun elektrik enerjisi olarak karşılığı ise yaklaşık olarak yılda 24.5 milyon KWH olarak kabul edilmektedir. Bu konuda yapılacak ciddi bir çalışma sonucu, elde edilen enerji miktarının kat kat arttırılacağı aşikardır.
Çöplerin düzenli depolanması sonucu oluşan ve %60’a yakını metan olan gazın bir enerji kaynağı olarak kullanılmaması bir enerji israfıdır. Ülkemizde, günde yaklaşık 65 bin ton çöp üretildiği ve ülkemizde bulunan 3215 belediyeden sadece 11’inde düzenli depolama yapıldığı düşünüldüğünde israfın boyutu ortaya çıkmaktadır.
Üç tarafı denizlerle çevrili olan ülkemizde, dalga enerjisinden henüz yararlanılmamaktadır. Her ne kadar tüm kıyılarda dalga enerjisi tesisi kurulması olası değilse de, konuyla ilgili olarak yapılacak çalışmalar, yerel çözümler getirebilir.
Türkiye’de, elektrik üretiminin %38.5’u hidrolik kaynaklardan karşılanmaktadır. Bu miktar 124:5 milyar KWH olarak hesaplanmıştır. Bu miktarın ancak 36.341 milyar KWH’i kullanılmaktadır. Elde edilen enerjinin %29’unun hizmete sunulmuş olması anlaşılmazdır.
ÇEVRE ve DEVLET
Avrupa Birliği ülkeleri tarafından yaygın olarak kullanılan gönüllü anlaşmalar, son yıllarda ülkemizde de uygulanmaya başlamıştır. Çevre Kanunu’nun “Çevresel Etki Değerlendirmesi” başlığını taşıyan 10. maddesi uyarınca;
‘Gerçekleştirmeyi planladıkları faaliyetleri sonucu çevre sorunlarına yol açabilecek kurum, kuruluş ve işletmeler bir “Çevresel Etki Değerlendirme Raporu” hazırlarlar. Bu raporda çevreye yapılabilecek bütün etkiler göz önünde bulundurularak çevre kirlenmesine sebep olabilecek atık ve artıkların ne şekilde zararsız hale getirilebileceği ve bu hususta alınacak önlemler belirtilir’.
Raporların uygun olup olmadığı Çevre Bakanlığı’nca saptanır. Geçerli olanlar İnceleme Değerlendirme Komisyonu’na yönlendirilir. Değerlendirme yapıldıktan sonra Komisyonun olumlu ya da olumsuz görüşü Bakanlığa bildirilir. Olumsuz görüş alan kurum kuruluş ve işletmelerin faaliyetleri için onay, izin, teşvik ve ruhsat verilemez; uygulama imar planı, mevzii imar planı ve bunlarla ilgili ilaveler ile değişiklikler onaylanamaz ve ihale edilemezler.
ÇED yönetmeliği yürürlüğe girmiş olmasına rağmen, değerlendirmenin dayandırılacağı veri tabanının ve bilginin eksikliği, değerlendirmeyi yapacak insan gücünün kifayetsizliği ve diğer yapısal sorunlar nedeniyle uygulama sınırlı ve yolsuzluğa elverişlidir.
Çevre Bakanlığı, çevreden sorumlu diğer kuruluşlarla koordinasyon ve işbirliği içinde çalışmasını kolaylaştıracak bir yapılanma içine sokulmalıdır. Tüm kurumlar arasında işbölümü ve işbirliği sağlamaya yönelik mekanizmalar geliştirilmeli, etkili ve eşgüdüm içinde çalışan bir ÇEVRE DENETİM ÜST KURULU oluşturulmalı, bu bağlamda yerel yönetimler bünyesinde çevre birimleri kurulmalıdır. Böylece çevre konusuna ayrılan kaynakların amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığı da kolayca takip edilebilecektir.
Çevre Vergilerinden, Çevre Kirliliği Önleme Fonu’ndan toplanan kaynaklar dahi doğru kullanılsa, sorunun çözümüne yönelik bazı adımlar atılabilecekken, bu kaynaklar nerede harcandığı belli olmaz bir şekilde tüketilmektedir. Çevre sorunlarına kalıcı çözümler üretilmesi için, çevreye evrensel düzeyde ve bir bütün olarak sahip çıkılması, sorunların bilimsel düzeyde değerlendirilmesi, katılımcı-şeffaf bireyin ve sivil toplum kuruluşlarının rolünün güçlendirilmesi, yapısal dönüşüme giderek merkeziyetçi yapının yumuşatılması gerekmektedir.
Kaynak:www.isletme.biz
Etiketler:
ÇED,
ÇEVRE,
EKO TARIM,
EKOLOJİ,
EKONOMİ,
ENDÜSTRİ,
ENERJİ,
HUKUK,
KALKINMA,
STK,
SÜRDÜREBİLİR,
YENİLENEBİLİR
10 Şubat 2009 Salı
ÇEVRE, PLANLAMA VE ALTYAPI KOMİSYONU RAPORU
Turizm ve Kültür Bakanlığı ÇEVRE ,PLANLAMA VE ALTYAPI ile ilgili bir rapor yayınlamıştır.Burada görüldüğü üzere çevre, doğal yaşam ve bütünüyle ekosistemi bozmayacak şekilde yatırımların ve turizmin canlandırılmasının ve ayrıca EKO yatırımlarının devletçe desteklenmesi gerektiği vurgulanmıştır.
Küreselleşmiş bir dünyada hangi koordinatta olursa olsun bir kirliliğin artık çok kolay ve hızlı bir şekilde dünyanın her yerine ulaştığını söylemek kabul gören bir olaydır.İşte bizler EKOMÜHENDİSİ olarak bu tür olumsuzların önüne geçebilmek, insanlara daha sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşam imkanı sunmak adına EKOLOJİK GİRİŞİMlerimizi başlatmış bulunmaktayız.
Çevreye İlişkin Öneriler:
1-Çevre ile ilgili sivil oluşumlar devlet tarafından teşvik edilmelidir.
2-Mavi Bayrak Projesi turizmin altyapı, çevre bilincinin geliştirilmesi ,tanıtma ve pazarlama gibi bir çok farklı boyutunu kapsayan fonksiyonel bir örnek projedir.Bu nedenle Mavi Bayrak benzeri projelerin gelecek yıllarda yaygınlaştırılması ve desteklenmesi gerekmektedir.
3-Sahil bölgelerimizdeki yapılaşmalar Yat Turizminin can damarı olan koylarımıza zarar vermeyecek şekilde gerçekleştirilmelidir.
4-Türkiye’de özellikle kırsal alan yangınları söndürmekle görevli bir kamu otoritesi bulunmamaktadır. Bu alandaki boşluk ivedilikle doldurulmalı ve Orman Bakanlığınca hazırlanacak yangın risk haritaları planlama ve turizm uygulamalarında göz önünde bulundurulmalıdır.
5-Ülkemizin doğal ve kültürel kaynak envanterleri tamamlanmalı ekolojik taşıma kapasiteleri belirlenmeli ve turizm planlamaları bunlara dayalı olarak gerçekleştirilmelidir.
6-Turizmin sağlıklı ve etkin şekilde gerçekleştirilebilmesi için yerel halkın bilinçlendirilmesi gerekmektedir. Bu amaçla izlenebilecek en etkili yöntem başta Turizm Bakanlığı olmak üzere tüm kamu kurum ve kuruluşlarının, Yerel Gündem 21 lerin ilgili komisyonlarına aktif olarak katılımlarının sağlanmasıdır.
7-Ülkemizde ekoturizmin yasal çerçevesini belirleyen ve bu çerçevede eko turların denetimini öngören denetleyen düzenlemeler yapılmalıdır. Ülkemizin eko tanıtımına ağırlık verilmeli eko turizm bir tanıtma aracı haline getirilmelidir.
8-Ekoturizm doğal bölgelere yapılan çevreyi korumayı ve yöre halkının refahını arttırmayı amaçlayan doğaya karşı sorumlu bir seyahat olarak tarif edilmektedir.
Kırsal alanlarda doğal ve /veya tarihi çekiciliklerin belli bir ölçüde bulunduğu yörelerde ana ekonomik uğraşısı tarım olan nüfusun tarımsal faaliyetlerini sürdürmekle birlikte ziyaretçi konaklatabilecek şekilde yönlendirilerek küçük turizm işletmeciliği yapması sağlanmalıdır. Bu bağlamda eko turizm faaliyetleri desteklenmelidir.
9-Ekoturizm etkinliklerinde bilimsel veriler sunulduğu için bu verileri zengin görsel malzemeler ile sunan kılavuz kitapların çoğaltılması gerekmektedir.Bu nedenle üniversitelerin araştırma projelerinden uygun olanları kılavuz bilim kitapları haline dönüştürülmelidir.
10-Ekoturizm alanında gerek kamuda gerekse özel sektörde uzman personel çalıştırılmalı, özellikle sektörde çalışan personelin bu alanda eğitimi için doğa turizmi seminerleri verilmeli ve alternatif turizm alanlarında profesyonel turist rehberleri yetiştirilmelidir.
11-Ülkemiz genelinde ekoturizm alanında politika tespiti yapacak bir Ekoturizm Komisyonu kurulmalı ,bu komisyona toplumun tüm kesimlerinin aktif katılımı sağlanmalıdır.
12-Ülkemizin bio çeşitliliğini ortaya koymasını teminen uzman ve kurumlarca hazırlanacak flora ve fauna envanterleri yayınlanmalıdır.
Planlama:
1-Turizm yatırımlarının aksamadan ve zamanında yapılabilmesi için sınırları Bakanlar Kurulu Kararı ile belirlenerek ilan edilen turizm bölge alan ve merkezlerinde her ölçekteki plan yapma yaptırma ve onama yetkisi münhasıran Turizm Bakanlığı’na verilmeli , bu suretle turizm planlaması konusundaki yetki karmaşası ortadan kaldırılarak dinamik ve rekabetçi bir sektör olan turizm sektörünün sağlıklı gelişimi sağlanmalıdır.
2-Turizm bölge alan ve merkezlerindeki çevre düzeni planları revize edilmelidir.
3-Türkiye’nin Turizm Master Planı ekolojik master planlarına uygun olarak hazırlanmalıdır.
4-Turizme ilişkin tüm planlama faaliyetleri bütüncül bir planlama anlayışı ile yapılmalıdır.
5-Ekolojik planlamanın yasal altyapısı oluşturulmalıdır.
6-Ekoturizm alanında planlama yapılırken dağ ve yaylalarımızın biyolojik yapı ve zenginliği titizlikle irdelenmeli , yaylaların planlanmasında mülkiyet sorununun çözümlenmesine yönelik olarak ilgili kamu kuruluşları bir araya gelmelidir.
7-Yat Turizmi Master Planı günün koşullarına uygun bir hale getirilmeli , ancak bu güncelleme plan sonuçlarının etkisinin ortadan kalkmasına neden olacak derecede uzun süreli olamamalıdır.
8-Turizm potansiyeli bulunan alanlarda ikinci konutların yaygınlaştırılması önlenmeldir.
9-Turizmin önemli değerlerinden olan kültür ve doğa varlıklarının planlama yönetim ve sunum eksikliklerinin turizm planlaması kapsamında değerlendirilmesi suretiyle bu alanların yönetiminde ve sunumunda Turizm Bakanlığı’nın ve sektörün etkin katılımı sağlanmalıdır.
10-Turizm bölge alan ve merkezlerinde bulunan arasta bedesten gibi tarihi alışveriş merkezleri ile kervansaray ve hanların turizme hizmet vermesi sağlanmalı , böylelikle gereksiz yeni yapılaşmalar önlenmelidir.
11-Tarihi kent dokularındaki ve yöresel kimlik taşıyan geleneksel küçük ölçekliyerleşmelerde sivil mimamlık örneği yapıların da aile pansiyonculuğu veya bu ölçeklere uygun işletmelerle turizme hizmet vermelerine özel bir önem ve ivedilik verilmeli, bu süreci başlatacak ve hızlandıracak teşvikler ve kolaylaştırıcı önlemler getirilmelidir.
Altyapı:
1-Turizm potansiyelinin yoğun olduğu alanlarda atık suların çevreye zarar vermeyecek ölçüde arıtılarak bertarafının sağladığı sistem ve tesislerin etkin bir şekilde çalıştırılması , turizm destinasyonlarının pazarlanabilmesi açısından önem arz etmektedir.Bu kapsamda ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının yardım ve desteği yanında gerekli koordinasyonun sağlanmasının temini kaynakların etkin ve verimli kullanılması bakımından gerekli görülmektedir.
2-Turizmin gelişmesinde doğal tarihi ve kültürel değerlerin yanı sıra fiziki olarak da turizm altyapı ve üstyapı yatırımlarının varlığı da önemlidir. Dünya turizmi talebi sadece gidilen tesislerin kalitesi ile değil orada çevre ve doğaya verilen değer altyapı tesislerinin yeterliliği ve toplan kalite anlayışının gelişmişlik düzeyi ile değerlendirilmektedir. Bu amaçla Turizm Bakanlığının genel bütçe içerisindeki payı artırılmalı ve altyapılar için yeterli parasal kaynak ayrılmalıdır.
3-Turistik yörelerdeki belediyeler kısıtlı kaynak ve personel ile hizmet sunmaya çalışmakta turizmin yoğun olmadığı kış aylarındaki nüfusa göre hesaplanarak kendilerine bütçeden ayrılıp gelen paylar ile altyapı yatırımlarını gerçekleştirmeleri mümkün olmamakta aksine turizm olgusu belediyelerce ek bir maliyet ve gelir gider dengesini bozucu bir unsur olarak algılanabilmektedir. Tüm bu olumsuzluklar destinasyon kalitesinin düşmesine neden olmaktadır. Turistik destinasyonlardaki altyapı yatırımlarının hayata geçirilmesini teminen Turizm Hizmet Birlikleri Kanun Tasarısı bir an önce yasalaştırılmalıdır.
4-Turizm sektörü ile su ürünleri yetiştiriciliği sektörün birbirlerine zarar vermeyecek biçimde ve uyum içinde gelişmesine yönelik olarak gerekli tedbirler alınmalı ve yürütülen çevre düzeni plan çalışmalarında bu husus dikkate alınmalıdır.
5- Turizm alan ve merkezlerinde oluşan katı atıkların geri dönüşüm ve düzenli depolama yöntemlerinin tamamını içine alan Bütünleşik Katı Atık Yönetimi uygulanmalıdır.
Etiketler:
ÇEVRE,
ÇEVRE MÜHENDİSİ,
DOĞAL,
EKO TARIM,
EKO TURİZM,
EKOLOJİ,
ORGANİK,
SAĞLIK,
YAŞAM
9 Şubat 2009 Pazartesi
Ekoloji ve mimari
EKOLOJİK yapı, sağlıklı bir yapı; doğal malzemelerin kullanıldığı, az enerji tüketen ve bu enerjiyi de doğal güneş ışığı ile elde eden, bakımı kolay ve ekonomik olan yapıdır. Bu yapı bulunduğu ortamın/habitatın özelliğine ve kullanıcının koşullarına göre düşünülmelidir.
Konstrüksiyonun ve kullanılan malzemenin, toksik maddeler içeren endüstriyel konstrüksiyon malzemeleriyle değil, insanın doğasına uygun sağlıklı malzemelerle yapılması esasına dayanır. Sentetik katkısı olmayan veya minimumda olan doğal malzemeler; doğal taş, ahşap ve ahşap lifi, kil, saman, hasır, keten, kenevir, saz; tamamen yeniden dönüşebilir/kullanılabilir malzemeler kullanılır. Saman balyalarından üretilen konstrüksiyon panoları veya termik izolasyon panoları gibi malzemeler, enerji tüketimini ekonomik düzeyde tutarken, yan ürün ve toksik ürün kullanılmadığından tamamen sağlıklıdırlar.
Duvar havalandırmasının ve izolasyonunun toprak, saman, mantar karışımı gibi doğal bir malzemeyle yapılması, duvar nemlenmelerinin önüne geçer. Selülozla hafifletilmiş silikat panolar da bina içi izolasyonlarda kullanılabilir. Yumuşak ahşap lifleriyle yapılmış panolar, üç kat yerleştirildiklerinde termik izolasyonda başarılı olmaktadır, balmumu ise ahşap yüzeylerin korunması için ekolojik bir çözüm oluşturur. Üretimi oldukça kolay olan keten tohumundan elde edilen keten yağı ise doğal boyaların ana bileşenidir.
Doğal boyaların üretiminde, bitkisel yağlar, reçineler, kireçle birleştirilen balmumları ve doğal pigmentler kullanılır. Bu karışıma bazen turunçgil kabukları da eklenebilir. Aynı şekilde kenevir, kaliteli lif yapısıyla doğal malzeme üretiminde kullanılabilir.
Malzeme seçiminin yanısıra planlamada ele alınması gereken önemli noktalardan biri de “havalandırma” ve “gün ışığı”dır. Hijyen bir ortamın ışığı, havayı ve güneşi içeri alması gerekir.
Pasif güneş ışığından yararlanabilmek için çatılar doğu-batı yönünde konumlandırılmalı, yapının en geniş cephesi güneye yönlendirilmelidir. Kuzeye yönlenmiş bir yapı, güneye yönlendirilmiş bir yapıya oranla yüzde 30 daha fazla enerji tüketir. Tam güneye yönlendirmenin mümkün olmadığı durumlarda, güneye 20° ye kadar bir açı uygun olabilir.
Güney cephesindeki cam alan ise, cephe alanının minimum yüzde 40’ını, maksimum yüzde 60’ını oluşturmalı. Güneye yönlenme, sadece daha az termik enerji tüketimi için değil, aynı zamanda “gün ışığı” alması açısından da önemli. Doğal gün ışığı hormon düzenleyici olduğundan, insan psişizminde direk etkileri vardır.
Ekolojik mimaride geri dönüşümlü karton, ahşap ve izolasyon malzemeleri, cam, ses izolasyonunda geri dönüşümlü kauçuk plaklar, kağıt ve pamuk atıklarından yapılan karton panolar, kullanılmış yünden yapılan keçeli izolasyon bantları kullanılır..
Ekolojik yapılarda temiz enerji/doğal enerji kullanımı da çok önem taşır. Sera etkisinden sorumlu CO2 gazı üreten ısıtma ve enerji teknikleri değil, bu etkiyi en az yüzde 70 azaltan ve aynı zamanda ekonomik olan güneş enerjisi tekniği kullanılır. Buna paralel olarak yapı, güçlendirilmiş termik izolasyonla donatılır ve konstrüksiyon teknikleri de enerji tasarrufu bağlamında düşünülür. Güneş enerjisi sayesinde eko-yapılar, “enerji tüketicisi” durumundan “enerji toplayıcısı” durumuna dönüşür.
Uzun vadeli bir perspektifte yapı yapmak kuşkusuz eko-mimarinin asıl konsepti/amacıdır. “Sürdürülebilir gelişme” amacına sahip ekolojik mimari için “sürdürülebilir yapı”lar oluşturmak önemlidir.
Yeryüzünün yakın gelecekte tükenecek olan sınırlı doğal kaynaklarının geri döndürülmesi felsefesiyle ve bunun, öncelikle “yaşam tarzı” olarak benimsenmesi görüşüyle yola çıkılmalıdır.
Ekolojik mimari bugün tek ev, eko-siteler veya eko-kentler bağlamında tartışılmaktadır. Doğal ortamda, bahçeler içinde bir ekolojik ev ile, mevcut yapı dokusunun oluşturduğu ve sürekli nüfus artışının yaşandığı kent ortamlarındaki ekolojik mimari farklılık taşır. Ekolojik yapı ve doğa arasındaki ilişkiler ağı, ekolojik tarımda veya ekolojik bahçelerde, bitkilerin doğa ile ilişkilerini “permakültür” bilgi ve felsefesiyle kurmuş olmasına benzer. Permakültürde bitkilerin yaşamları boyunca, hem doğayla, hem doğa olaylarıyla, hem de çevrelerindeki bitkilerle, “ortaklık”, “çeşitlilik” yoluyla kurdukları “symbiotic”(1) ilişki sayesinde “adil bir döngü” oluşur. Aynen bitki, hayvan, böcek, kuş, güneş ve ay hareketlerinin permakültürdeki uyumu gibi, eko-mimari için de böyle bir felsefe söz konusudur.
Ekolojik mimari, ekolojik çevre ve ekolojik yaşamın bulunduğu ortam koşullarında aynı “adil döngü”yü sağlayabilecek şekilde oluşturulmalıdır.
Eko-kentler
Ekolojik mimaride binaların bulunduğu ortamdaki (köy, kasaba, şehir, vs.) dokunun sağlıklı nefes alıp vermesi için, binaların ve dış mekanların ekolojik yapılanmasının yeniden düşünülmesi gerekliliği vardır. Doğal enerji tüketen, atıklarını ve atıksuyunu değerlendiren, doğal malzeme ile tasarlanmış bir binanın çevresine katkısı tabii ki olacaktır; ancak aynı binanın, diyelim ekolojik yaşam koşulları oluşmadığı mevcut bir dokuda; dış kapısının önünden başlayarak, diğer binalarla ve dış mekânlarla uyumu, ilginç bir biçimde “mümkün” olamayacaktır.
“Yaşanabilir” bir çevre ve “yaşanabilir” barınaklardan tam anlamıyla verim elde edebilmek için bu iki olgunun permakültür felsefesine (2) uygun bir ilişki türü geliştirmesi gerekiyor.
Ekolojik bir kent oluşumu örneği geliştirmek istediğimizde karşımıza çıkan peyzajda bazı noktaları farkedebilmeliyiz:
• Kentte bisiklet/yaya/toplu taşımacılık planlamalarının ağırlık kazandırılması ve motorlu taşıt/otopark sorununun tersten başlayarak en aza çekilmesi,
• Resmi ve özel tüm binaların ve yerleşim birimlerinin doğal enerjilerle bağlantılarının sağlanması ve katı atık ile atık sularının dönüşüm mekanizmalarının organizasyonu,
• İklime, topoğrafyaya ve çevreye uygun ağaçlandırma, biyolojik kent alanları, ekolojik park ve semt bahçelerinin planlanması, okul avlu ve bahçelerinin ekolojik düzenlemelerinin yapılması,
• Okul ve eğitim/öğretim birimlerinde ekolojik yaşam ve ekolojik çevre ile permakültür felsefe öğretilerinin organizasyonu,
• Tüketim alışkanlıkları konusunda doğayla uyumlu alış-veriş: her türlü ikinci el pazarının oluşturulması, (mimari, sokak, meydan, park, malzeme, giysi, ev eşyaları, kitap, oyuncak, bisiklet, vs.),
• “Yeniden dönüşüm” projelerinin geliştirilmesi ve kâğıt, cam, metal, plastik maddelerin organik çöplerden ayrışmasının, yeniden kazanımının sağlanması,
• Kompost yapımının semt ve bina ölçeklerinde çözülmesi,
• Ortak semt alanlarının yaratılması (çamaşırhane, dükkân, atölyeler, rekreasyon ve çok amaçlı alanlar, okul, hastane ve kurum binalarının ekolojik çevre ve ekolojik yaşam planlaması içinde aktif katılımlarının sağlanması...)
Ekoloji, sınır tanımayan evrensel bir kavram, ancak ekolojik yaşam, ait olunan coğrafyanın koşullarına göre oluşuyor ve böylece kendi kendini doğrulayarak bioçeşitliliği sağlıyor. Bu farklılıkların arasındaki ortak payda ekolojik duyarlılık, kabul edilmeyen ise savurganlık, durağanlık ve hayal gücü eksikliği...
1. Symbiotic : ortakyaşama değin
2. Doğadaki her elemanın/canlının tüm ihtiyaçlarının doğal sistem içinde karşılanması permakültür felsefe, “doğa”nın model alınarak, ona bakıp gözlemleyip her eylemin mevcut doğal döngüyü izlemesi esasına dayanır.
Kaynaklar
Éco-logis « la maison à vivre », Thomas Schmitz-Günther
Konstrüksiyonun ve kullanılan malzemenin, toksik maddeler içeren endüstriyel konstrüksiyon malzemeleriyle değil, insanın doğasına uygun sağlıklı malzemelerle yapılması esasına dayanır. Sentetik katkısı olmayan veya minimumda olan doğal malzemeler; doğal taş, ahşap ve ahşap lifi, kil, saman, hasır, keten, kenevir, saz; tamamen yeniden dönüşebilir/kullanılabilir malzemeler kullanılır. Saman balyalarından üretilen konstrüksiyon panoları veya termik izolasyon panoları gibi malzemeler, enerji tüketimini ekonomik düzeyde tutarken, yan ürün ve toksik ürün kullanılmadığından tamamen sağlıklıdırlar.
Duvar havalandırmasının ve izolasyonunun toprak, saman, mantar karışımı gibi doğal bir malzemeyle yapılması, duvar nemlenmelerinin önüne geçer. Selülozla hafifletilmiş silikat panolar da bina içi izolasyonlarda kullanılabilir. Yumuşak ahşap lifleriyle yapılmış panolar, üç kat yerleştirildiklerinde termik izolasyonda başarılı olmaktadır, balmumu ise ahşap yüzeylerin korunması için ekolojik bir çözüm oluşturur. Üretimi oldukça kolay olan keten tohumundan elde edilen keten yağı ise doğal boyaların ana bileşenidir.
Doğal boyaların üretiminde, bitkisel yağlar, reçineler, kireçle birleştirilen balmumları ve doğal pigmentler kullanılır. Bu karışıma bazen turunçgil kabukları da eklenebilir. Aynı şekilde kenevir, kaliteli lif yapısıyla doğal malzeme üretiminde kullanılabilir.
Malzeme seçiminin yanısıra planlamada ele alınması gereken önemli noktalardan biri de “havalandırma” ve “gün ışığı”dır. Hijyen bir ortamın ışığı, havayı ve güneşi içeri alması gerekir.
Pasif güneş ışığından yararlanabilmek için çatılar doğu-batı yönünde konumlandırılmalı, yapının en geniş cephesi güneye yönlendirilmelidir. Kuzeye yönlenmiş bir yapı, güneye yönlendirilmiş bir yapıya oranla yüzde 30 daha fazla enerji tüketir. Tam güneye yönlendirmenin mümkün olmadığı durumlarda, güneye 20° ye kadar bir açı uygun olabilir.
Güney cephesindeki cam alan ise, cephe alanının minimum yüzde 40’ını, maksimum yüzde 60’ını oluşturmalı. Güneye yönlenme, sadece daha az termik enerji tüketimi için değil, aynı zamanda “gün ışığı” alması açısından da önemli. Doğal gün ışığı hormon düzenleyici olduğundan, insan psişizminde direk etkileri vardır.
Ekolojik mimaride geri dönüşümlü karton, ahşap ve izolasyon malzemeleri, cam, ses izolasyonunda geri dönüşümlü kauçuk plaklar, kağıt ve pamuk atıklarından yapılan karton panolar, kullanılmış yünden yapılan keçeli izolasyon bantları kullanılır..
Ekolojik yapılarda temiz enerji/doğal enerji kullanımı da çok önem taşır. Sera etkisinden sorumlu CO2 gazı üreten ısıtma ve enerji teknikleri değil, bu etkiyi en az yüzde 70 azaltan ve aynı zamanda ekonomik olan güneş enerjisi tekniği kullanılır. Buna paralel olarak yapı, güçlendirilmiş termik izolasyonla donatılır ve konstrüksiyon teknikleri de enerji tasarrufu bağlamında düşünülür. Güneş enerjisi sayesinde eko-yapılar, “enerji tüketicisi” durumundan “enerji toplayıcısı” durumuna dönüşür.
Uzun vadeli bir perspektifte yapı yapmak kuşkusuz eko-mimarinin asıl konsepti/amacıdır. “Sürdürülebilir gelişme” amacına sahip ekolojik mimari için “sürdürülebilir yapı”lar oluşturmak önemlidir.
Yeryüzünün yakın gelecekte tükenecek olan sınırlı doğal kaynaklarının geri döndürülmesi felsefesiyle ve bunun, öncelikle “yaşam tarzı” olarak benimsenmesi görüşüyle yola çıkılmalıdır.
Ekolojik mimari bugün tek ev, eko-siteler veya eko-kentler bağlamında tartışılmaktadır. Doğal ortamda, bahçeler içinde bir ekolojik ev ile, mevcut yapı dokusunun oluşturduğu ve sürekli nüfus artışının yaşandığı kent ortamlarındaki ekolojik mimari farklılık taşır. Ekolojik yapı ve doğa arasındaki ilişkiler ağı, ekolojik tarımda veya ekolojik bahçelerde, bitkilerin doğa ile ilişkilerini “permakültür” bilgi ve felsefesiyle kurmuş olmasına benzer. Permakültürde bitkilerin yaşamları boyunca, hem doğayla, hem doğa olaylarıyla, hem de çevrelerindeki bitkilerle, “ortaklık”, “çeşitlilik” yoluyla kurdukları “symbiotic”(1) ilişki sayesinde “adil bir döngü” oluşur. Aynen bitki, hayvan, böcek, kuş, güneş ve ay hareketlerinin permakültürdeki uyumu gibi, eko-mimari için de böyle bir felsefe söz konusudur.
Ekolojik mimari, ekolojik çevre ve ekolojik yaşamın bulunduğu ortam koşullarında aynı “adil döngü”yü sağlayabilecek şekilde oluşturulmalıdır.
Eko-kentler
Ekolojik mimaride binaların bulunduğu ortamdaki (köy, kasaba, şehir, vs.) dokunun sağlıklı nefes alıp vermesi için, binaların ve dış mekanların ekolojik yapılanmasının yeniden düşünülmesi gerekliliği vardır. Doğal enerji tüketen, atıklarını ve atıksuyunu değerlendiren, doğal malzeme ile tasarlanmış bir binanın çevresine katkısı tabii ki olacaktır; ancak aynı binanın, diyelim ekolojik yaşam koşulları oluşmadığı mevcut bir dokuda; dış kapısının önünden başlayarak, diğer binalarla ve dış mekânlarla uyumu, ilginç bir biçimde “mümkün” olamayacaktır.
“Yaşanabilir” bir çevre ve “yaşanabilir” barınaklardan tam anlamıyla verim elde edebilmek için bu iki olgunun permakültür felsefesine (2) uygun bir ilişki türü geliştirmesi gerekiyor.
Ekolojik bir kent oluşumu örneği geliştirmek istediğimizde karşımıza çıkan peyzajda bazı noktaları farkedebilmeliyiz:
• Kentte bisiklet/yaya/toplu taşımacılık planlamalarının ağırlık kazandırılması ve motorlu taşıt/otopark sorununun tersten başlayarak en aza çekilmesi,
• Resmi ve özel tüm binaların ve yerleşim birimlerinin doğal enerjilerle bağlantılarının sağlanması ve katı atık ile atık sularının dönüşüm mekanizmalarının organizasyonu,
• İklime, topoğrafyaya ve çevreye uygun ağaçlandırma, biyolojik kent alanları, ekolojik park ve semt bahçelerinin planlanması, okul avlu ve bahçelerinin ekolojik düzenlemelerinin yapılması,
• Okul ve eğitim/öğretim birimlerinde ekolojik yaşam ve ekolojik çevre ile permakültür felsefe öğretilerinin organizasyonu,
• Tüketim alışkanlıkları konusunda doğayla uyumlu alış-veriş: her türlü ikinci el pazarının oluşturulması, (mimari, sokak, meydan, park, malzeme, giysi, ev eşyaları, kitap, oyuncak, bisiklet, vs.),
• “Yeniden dönüşüm” projelerinin geliştirilmesi ve kâğıt, cam, metal, plastik maddelerin organik çöplerden ayrışmasının, yeniden kazanımının sağlanması,
• Kompost yapımının semt ve bina ölçeklerinde çözülmesi,
• Ortak semt alanlarının yaratılması (çamaşırhane, dükkân, atölyeler, rekreasyon ve çok amaçlı alanlar, okul, hastane ve kurum binalarının ekolojik çevre ve ekolojik yaşam planlaması içinde aktif katılımlarının sağlanması...)
Ekoloji, sınır tanımayan evrensel bir kavram, ancak ekolojik yaşam, ait olunan coğrafyanın koşullarına göre oluşuyor ve böylece kendi kendini doğrulayarak bioçeşitliliği sağlıyor. Bu farklılıkların arasındaki ortak payda ekolojik duyarlılık, kabul edilmeyen ise savurganlık, durağanlık ve hayal gücü eksikliği...
1. Symbiotic : ortakyaşama değin
2. Doğadaki her elemanın/canlının tüm ihtiyaçlarının doğal sistem içinde karşılanması permakültür felsefe, “doğa”nın model alınarak, ona bakıp gözlemleyip her eylemin mevcut doğal döngüyü izlemesi esasına dayanır.
Kaynaklar
Éco-logis « la maison à vivre », Thomas Schmitz-Günther
Etiketler:
ÇEVRE,
ÇEVRE MÜHENDİSİ,
DOĞAL,
EKO TARIM,
EKO TURİZM,
EKOLOJİ,
ORGANİK,
SAĞLIK,
YAŞAM
Çevre Ve Ekolojik Denge
Ekoloji Bilimi ve Çevre Sorunları
İnsanlık, yaşamını sürdürdüğü ekolojik çevrede bulunan madde ve enerjiden etkilenmektedir.Bir sistem olarak ele alınan ekolojik çevre, sürekli olarak dinamik ve kararlı bir denge noktasına gelme eğilimindedir. Bozulmamış durumlarıyla ekolojik sistemler, genellikle çok zengin ve değişik türlerden oluşan bir canlı ortamı bünyelerinde barındırmaktadırlar.Bu canlılar arasında var olan ilişkiler çevre kirliliğine karşı bir tamponlama kapasitesi ve direnme gücü oluşturur.Ekolojik sistemlerde, atık madde ve enerji, belirli sınırlar içinde kalındığında, koruma mekanizmaları tarafından dengelenmektedir. Ancak bu sınırların aşılması, ekolojik dengeyi tekrar geri dönülmeyecek şekilde değiştirmektedir.
Yeniden oluşan bu dengede ise çevre artık yaşam ortamı olarak kullanılabilme özelliğini önemli ölçüde yitirmektedir.Böyle bir çevresel bozulma ekolojik biliminde kalıcı veya geçici bozulma olarak sınıflandırılmaktadır.Eğer sistem yinede doğandan alınan enerjiyi (güneşi)
kullanarak bozulan düzeni eski duruma getiriyorsa, bozulma geçicidir.Ancak sistem hızlı bir şekilde tahribe uğruyorsa, bozulma kalıcıdır.
İşte batı toplumlarının çevre sorununa yönelik ilgileri günümüzde kalıcı bozulmaların söz konusu olmasıyla başlamıştır. Savaş sonra sı dönemde gözlemlenen sanayileşme hızının Batı Ülkelerinin ciddi çevre tahribatına yol açtığı biliniyor.Örneğin ABD'de sanayileşme, kuzeybatı yöresinde birçok göl ve akarsuyu aşırıcı derecede kirletmiş durumdadır.
ABD ve Kanada arasında fabrika bacalarından çıkan kirli havanın oluşturduğu asit yağmurları, daha sonda Batı Avrupa'nın birçok bölgesinde görülmüştür.Londra'da 1950 yıllarında görülen kent içi hava kirliliği günümüzde aynı sorunu yaşayan kentler için bir örnek olacaktır.
Diğer yandan, planlı bir sanayileşme hedefi seçen Doğu Bloğu Ülkelerinde, özellikle Doğu Almanya'da çevre kirliliğinin Batı Ülkelere göre daha ciddi boyutlarda olduğu yeni yeni öğrenilmektedir.Bu durumda ekonomik büyüme, hangi politikalarla gerçekleşirse gerçekleşsin, çevre sorunlarıyla karşılaşmayan bir sanayileşme hararetine rastlanmadığı söylenebilir.
Bilimsel çalışmalar, doğal çevrede gittikçe artan kimyasal ve madeni atıkların insan denilen canlının organizmasını bozduğunu ortaya çıkartmaktadır. Örneğin otomobil benzininden çıkan kurşun suya karışarak birikme eğilimindedir. İnsanın yediği yeşil bitkilerde dahil olmak üzere bitki ve mikro organizmalar, kurşunu kendine zarar vermeden biriktirebilmektedirler. Egzoz dumanının getirdiği hava kirliliği ciğer, böbrek, beyin, merkezi sinir sistemi üzerinde tehlikeler yaratmaktadır.
Fosil yakıtların yakılmasından kaynaklanan başka bir sorun ise atmosferde karbondioksit oranının yükselmesidir.Bu bir çeşit" Sera Etkisi" yaratarak, yeryüzünde iklim değişmelerine ve ısı artışlarına neden olmaktadır. Global ısınma ise yakın bir gelecekte denizleri yükselterek ada, delta ve bazı kıyıları tehdit edecek, böylece verimli tarım topraklarının 1/6 oranında yok olmasına yol açacaktır.
Çevre kirliliğinin tüm insanlığı içeren global düzeyde yoğunlaştığı Batı Ülkelerinde kamuoyunun çevre kirliliğinin tek nedeni olarak sanayileşmeye ve ekonomik büyümeyi suçlaması yüzünden teknolojik gelişmenin bir yana bırakılmasına taraftar olan kişi ve gruplara da rastlanmaktadır.
Nükleer enerji, 30 yıldın beri kullanılmakta olmasına rağmen, hala üzerinde tartışılan bir konudur.Bazılarına göre bu enerji çeşidi tehlikeli ve çevre sağlığı bakımından zararlıdır. Bugün ABD'de bile kurulmasına karar verilmiş olan bazı nükleer santrallerden vazgeçilmekte olması, bu iddiaları destekleyen bir gelişmedir.
Ancak bilim adamları nükleer santrallerin çevre kirliliğe yol açtığı iddiasını kesin bir veri olarak kabul etmemektedir. Bütünüyle kapalı devre olarak işleyen nükleer santraller doğaya doğrudan atık atmamaktadırlar. Tek bağlantı noktası, soğutma sisteminden bırakılan sudur ki bu su kesin olarak radyoaktif bir ortamdan geçmeyen temiz su niteliğindedir.
Çevre korumacılarına göre ise, termik ve nükleer santrallerin soğutma sularının akarsulara verilmesi, bu sulardaki ısıyı yükselterek bitki ve hayvan varlığını etkilemektedir.
Türkiye'de nükleer enerjinin tepkilere yol açtığı görülmektedir.Ancak bugünkü üretim ve tüketim düzeyinin devam etmesi halinde ülkemizde de yeni enerji kaynaklarına gereksinim duyulacağı açıktır. 1970'li yılların enerji politikaları öncelikle su ve linyit yataklarından yararlanmak, bu kaynaklar tüketildikten sonra nükleer enerjiden yararlanmaktı.
Oysa 2000'li yıllarda Türkiye'nin hidrolik potansiyelinin sınırına erişeceği bilinmektedir. Diğer yandan ısı değeri düşük linyit,içerdiği kükürt oranının yüksek olması yüzünden asit yağmuruna dönüşen kükürt dioksit üretmektedir.Bu açıdan termik santrallerine karşı gelişen çevreci kamuoyunun kaygıları anlaşılır nitelikte iken, aynı kamuoyunun nükleer enerjiye geçiş çalışmalarına tepki göstermemiş olması, ciddi bilgi donanımlarının eksik olduğu ortaya koymuştur.
Bugün dünya sorunu haline gelen çevrecilik, çevre kirliliği, sanayileşme ikilisini birbirleriyle çelişen değil,birbirlerine bağımlı olan iki konu olarak ele almaktadır.
EKONOMİYE EKOLOJİK YAKLAŞIM VE SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA
Ekonomiye ekolojik düşünceyi katma; israfa sebep olan teknik açıdan rizikolu ekolojik olarak mahzurlu, sosyal açıdan daha az tahammül edilebilir üretim teknolojilerinden vazgeçmeyi gerektirir. Çünkü bu yöntemde ekonomik zararın giderilmesi çok pahalıdır. Bu yapılmazsa hem
günümüz insanlarına hem geleceğin nesline ödenmesi zor faturalar yükleriz. Seçilecek teknoloji çevreye uyumlu menfi tesiri olmayan güvenilir ve ucuz olmalıdır.
Endüstri açısından baktığımızda alışılagelen ekonomik sistem çevreye zararlı atıklar bırakmakta ve çevreyi tahrip etme pahasına ekonomik büyümeyi hedef alan bir yapıdadır. Ekonomik açıdan alışılagelen çevre politikaları ise hep açık veren uygulamada zorluklar çıkaran kaynakların az kullanılmasına sebep olan ve teknolojinin yeterince gelişmesine mani olan bir yapıdadır.
Halbuki günümüzde gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler aşağıdaki yöntemi uygulamak mecburiyetindedir.
1- Ekonomide çevreye getirilen yükü azaltacak bir yapı değişimi.
2- Çevre politikasının önleyici olması.
3- Yeni iş sahalarının ve ekonomi politikalarının ekolojik damgası olması gerekmektedir.
Örneğin; Almanya'da 1984'de çevre sektöründe Beşyüzbin kişi, 1987'de
Birmilyon'a çıkmıştır (Çalışan nüfusun 20'de biri). Özel sektörün çevreye yaptığı yatırım 1984 için 3507 DM.'dır. Bu para katı atıkların temizlenmesi, suların korunması, ses ve gürültü mücadelesi, hava kirliliği ve kontrolü için kullanılmıştır. Masraf Bilançosu: Hava Kirliliği için Kırksekizmilyar, Su için Onsekizmilyar, Toprak için Altımilyar, Ses ve gürültü için Otuzüçmilyar DM. olup toplam zarar Yüzbeşmilyar DM.'dir.
Bugün ABD ve Almanya'da yapılan çevre yatırımlarının %75'i mevcut tesisleri ve onların zararlı tesirlerini ıslah için yapılan yatırımlar iken %25'ide az ve zararsız atıklı teknolojiyi geliştirmek ve uygulamak için yapılan yatırımlardır. Bu nispet her yıl büyümektedir.
Türkiye'de Sanayi Devletlerinin yaptığı aynı hataları yaparak büyür ise onun çevre ile alakalı faturası çok büyük olacaktır. Bugün Almanya'nın çevre konusunda en yoğun yatırım yapan ülkelerin en başında gelmesine rağmen zararlı emisyonlardan ve kirlilikten dolayı, yılda G.S.M.H.'nin %6'sı yani Yüzaltımilyar DM. kaybı vardır (1987).
Türkiye'de bu kayıp çok daha büyük olabilir, çünkü çevre ile ilgili kayıpları tespit etmek çok zordur. Bunun için sağlıklı bir araştırmaya da sahip değiliz. Öncelikle Almanya benzeri araştırmaların ülkemizde de yapılması gerekmektedir
ÇEVRE KİRLİLİĞİ VE SONUÇLARI :
Doğu Almanya'da bir sanayi şehri olan Leipzik'de ortalama hayat seviyesi daha düşüktür. Kış günlerinde hava kirliliğinden araçlar gündüz farlarını yakmak zorunda kalmaktadır. Espenhain kasabasında her beş çocukdan dördü yedi yaşından önce kronik bronşit ve kalp hastalıklarına yakalanmaktadır. Sebebi kömürle çalışan enerji santrallerinin bacalarından çıkan ve her yıl içinde Dörtyüzbin ton Sülfürdioksit taşıyan sarımsı renkte bir buluttur.
Çevre temizliği için gösterilen gayretler bir lüks değil hayatta kalma mücadelesidir. Bir kömür işletmesinin bulunduğu Romanya'nın kasabası Copsa Mica'da ağaçlardan çimenlere herşey sanki mürekkebe batırılmış simsiyahtır: Atlar bile burada ancak birkaç sene kalabiliyor, sonra başka bir yere götürülmeleri gerekli, yoksa ölmeleri kaçınılmaz.
Sanayi alanında temel yakıt olan Linyit kömürü kullanan doğu bloke ülkeleri atmosfere her sene Yirmialtımilyon ton Sülfürdioksit atmaktadır. Bunlarda asit yağmuru şeklinde suya ve toprağa geri dönmektedir. Linyit kömürünün diğer yan ürünleri kanser yapıcı ürünlerdir. Uzun vadede karbonmonoksit ve karbondioksit iklim değişikliklerine sebep olabilir.
Baltık denizi, Polonya, Doğu Almanya ve Litvanya'nın sanayi artıklarının bir çöplüğü haline gelmiştir.
Her gün çöp dolu yüzlerce kamyon Doğu Almanya'ya geçmekte ve yılda Dörtbuçuk milyon ton çöp, curuf ve zehirli maddeden oluşmuş Kırkbin tonluk artık Doğu Almanya'ya gönderilmiştir.
ABD'deki çevre kirliliği için şu iki misal verilebilir; Bir insan kahve içmek için senede yaklaşık Altıyüz plastik bardak kullanmaktadır. Dokuzmilyon bebeğin kullandıktan sonra atılan bezlerinin bir senelik miktarı Onbeşmilyar adettir.
Özetle, batılı düşüncenin tabiatla mücadelesi ondan sınırsız faydalanma ve hatta savaş derecesine vardığı için çevreyi kirletmekten çekinmemiştir. Kirlenen çevreyi temizlemek, öncelikle onu kirleten insanın fikirlerindeki temizlik düşüncesi ile olacaktır .
Kaynak:Yr.Dç.Dr. KEMAL DEMİRCİ
İnsanlık, yaşamını sürdürdüğü ekolojik çevrede bulunan madde ve enerjiden etkilenmektedir.Bir sistem olarak ele alınan ekolojik çevre, sürekli olarak dinamik ve kararlı bir denge noktasına gelme eğilimindedir. Bozulmamış durumlarıyla ekolojik sistemler, genellikle çok zengin ve değişik türlerden oluşan bir canlı ortamı bünyelerinde barındırmaktadırlar.Bu canlılar arasında var olan ilişkiler çevre kirliliğine karşı bir tamponlama kapasitesi ve direnme gücü oluşturur.Ekolojik sistemlerde, atık madde ve enerji, belirli sınırlar içinde kalındığında, koruma mekanizmaları tarafından dengelenmektedir. Ancak bu sınırların aşılması, ekolojik dengeyi tekrar geri dönülmeyecek şekilde değiştirmektedir.
Yeniden oluşan bu dengede ise çevre artık yaşam ortamı olarak kullanılabilme özelliğini önemli ölçüde yitirmektedir.Böyle bir çevresel bozulma ekolojik biliminde kalıcı veya geçici bozulma olarak sınıflandırılmaktadır.Eğer sistem yinede doğandan alınan enerjiyi (güneşi)
kullanarak bozulan düzeni eski duruma getiriyorsa, bozulma geçicidir.Ancak sistem hızlı bir şekilde tahribe uğruyorsa, bozulma kalıcıdır.
İşte batı toplumlarının çevre sorununa yönelik ilgileri günümüzde kalıcı bozulmaların söz konusu olmasıyla başlamıştır. Savaş sonra sı dönemde gözlemlenen sanayileşme hızının Batı Ülkelerinin ciddi çevre tahribatına yol açtığı biliniyor.Örneğin ABD'de sanayileşme, kuzeybatı yöresinde birçok göl ve akarsuyu aşırıcı derecede kirletmiş durumdadır.
ABD ve Kanada arasında fabrika bacalarından çıkan kirli havanın oluşturduğu asit yağmurları, daha sonda Batı Avrupa'nın birçok bölgesinde görülmüştür.Londra'da 1950 yıllarında görülen kent içi hava kirliliği günümüzde aynı sorunu yaşayan kentler için bir örnek olacaktır.
Diğer yandan, planlı bir sanayileşme hedefi seçen Doğu Bloğu Ülkelerinde, özellikle Doğu Almanya'da çevre kirliliğinin Batı Ülkelere göre daha ciddi boyutlarda olduğu yeni yeni öğrenilmektedir.Bu durumda ekonomik büyüme, hangi politikalarla gerçekleşirse gerçekleşsin, çevre sorunlarıyla karşılaşmayan bir sanayileşme hararetine rastlanmadığı söylenebilir.
Bilimsel çalışmalar, doğal çevrede gittikçe artan kimyasal ve madeni atıkların insan denilen canlının organizmasını bozduğunu ortaya çıkartmaktadır. Örneğin otomobil benzininden çıkan kurşun suya karışarak birikme eğilimindedir. İnsanın yediği yeşil bitkilerde dahil olmak üzere bitki ve mikro organizmalar, kurşunu kendine zarar vermeden biriktirebilmektedirler. Egzoz dumanının getirdiği hava kirliliği ciğer, böbrek, beyin, merkezi sinir sistemi üzerinde tehlikeler yaratmaktadır.
Fosil yakıtların yakılmasından kaynaklanan başka bir sorun ise atmosferde karbondioksit oranının yükselmesidir.Bu bir çeşit" Sera Etkisi" yaratarak, yeryüzünde iklim değişmelerine ve ısı artışlarına neden olmaktadır. Global ısınma ise yakın bir gelecekte denizleri yükselterek ada, delta ve bazı kıyıları tehdit edecek, böylece verimli tarım topraklarının 1/6 oranında yok olmasına yol açacaktır.
Çevre kirliliğinin tüm insanlığı içeren global düzeyde yoğunlaştığı Batı Ülkelerinde kamuoyunun çevre kirliliğinin tek nedeni olarak sanayileşmeye ve ekonomik büyümeyi suçlaması yüzünden teknolojik gelişmenin bir yana bırakılmasına taraftar olan kişi ve gruplara da rastlanmaktadır.
Nükleer enerji, 30 yıldın beri kullanılmakta olmasına rağmen, hala üzerinde tartışılan bir konudur.Bazılarına göre bu enerji çeşidi tehlikeli ve çevre sağlığı bakımından zararlıdır. Bugün ABD'de bile kurulmasına karar verilmiş olan bazı nükleer santrallerden vazgeçilmekte olması, bu iddiaları destekleyen bir gelişmedir.
Ancak bilim adamları nükleer santrallerin çevre kirliliğe yol açtığı iddiasını kesin bir veri olarak kabul etmemektedir. Bütünüyle kapalı devre olarak işleyen nükleer santraller doğaya doğrudan atık atmamaktadırlar. Tek bağlantı noktası, soğutma sisteminden bırakılan sudur ki bu su kesin olarak radyoaktif bir ortamdan geçmeyen temiz su niteliğindedir.
Çevre korumacılarına göre ise, termik ve nükleer santrallerin soğutma sularının akarsulara verilmesi, bu sulardaki ısıyı yükselterek bitki ve hayvan varlığını etkilemektedir.
Türkiye'de nükleer enerjinin tepkilere yol açtığı görülmektedir.Ancak bugünkü üretim ve tüketim düzeyinin devam etmesi halinde ülkemizde de yeni enerji kaynaklarına gereksinim duyulacağı açıktır. 1970'li yılların enerji politikaları öncelikle su ve linyit yataklarından yararlanmak, bu kaynaklar tüketildikten sonra nükleer enerjiden yararlanmaktı.
Oysa 2000'li yıllarda Türkiye'nin hidrolik potansiyelinin sınırına erişeceği bilinmektedir. Diğer yandan ısı değeri düşük linyit,içerdiği kükürt oranının yüksek olması yüzünden asit yağmuruna dönüşen kükürt dioksit üretmektedir.Bu açıdan termik santrallerine karşı gelişen çevreci kamuoyunun kaygıları anlaşılır nitelikte iken, aynı kamuoyunun nükleer enerjiye geçiş çalışmalarına tepki göstermemiş olması, ciddi bilgi donanımlarının eksik olduğu ortaya koymuştur.
Bugün dünya sorunu haline gelen çevrecilik, çevre kirliliği, sanayileşme ikilisini birbirleriyle çelişen değil,birbirlerine bağımlı olan iki konu olarak ele almaktadır.
EKONOMİYE EKOLOJİK YAKLAŞIM VE SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA
Ekonomiye ekolojik düşünceyi katma; israfa sebep olan teknik açıdan rizikolu ekolojik olarak mahzurlu, sosyal açıdan daha az tahammül edilebilir üretim teknolojilerinden vazgeçmeyi gerektirir. Çünkü bu yöntemde ekonomik zararın giderilmesi çok pahalıdır. Bu yapılmazsa hem
günümüz insanlarına hem geleceğin nesline ödenmesi zor faturalar yükleriz. Seçilecek teknoloji çevreye uyumlu menfi tesiri olmayan güvenilir ve ucuz olmalıdır.
Endüstri açısından baktığımızda alışılagelen ekonomik sistem çevreye zararlı atıklar bırakmakta ve çevreyi tahrip etme pahasına ekonomik büyümeyi hedef alan bir yapıdadır. Ekonomik açıdan alışılagelen çevre politikaları ise hep açık veren uygulamada zorluklar çıkaran kaynakların az kullanılmasına sebep olan ve teknolojinin yeterince gelişmesine mani olan bir yapıdadır.
Halbuki günümüzde gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler aşağıdaki yöntemi uygulamak mecburiyetindedir.
1- Ekonomide çevreye getirilen yükü azaltacak bir yapı değişimi.
2- Çevre politikasının önleyici olması.
3- Yeni iş sahalarının ve ekonomi politikalarının ekolojik damgası olması gerekmektedir.
Örneğin; Almanya'da 1984'de çevre sektöründe Beşyüzbin kişi, 1987'de
Birmilyon'a çıkmıştır (Çalışan nüfusun 20'de biri). Özel sektörün çevreye yaptığı yatırım 1984 için 3507 DM.'dır. Bu para katı atıkların temizlenmesi, suların korunması, ses ve gürültü mücadelesi, hava kirliliği ve kontrolü için kullanılmıştır. Masraf Bilançosu: Hava Kirliliği için Kırksekizmilyar, Su için Onsekizmilyar, Toprak için Altımilyar, Ses ve gürültü için Otuzüçmilyar DM. olup toplam zarar Yüzbeşmilyar DM.'dir.
Bugün ABD ve Almanya'da yapılan çevre yatırımlarının %75'i mevcut tesisleri ve onların zararlı tesirlerini ıslah için yapılan yatırımlar iken %25'ide az ve zararsız atıklı teknolojiyi geliştirmek ve uygulamak için yapılan yatırımlardır. Bu nispet her yıl büyümektedir.
Türkiye'de Sanayi Devletlerinin yaptığı aynı hataları yaparak büyür ise onun çevre ile alakalı faturası çok büyük olacaktır. Bugün Almanya'nın çevre konusunda en yoğun yatırım yapan ülkelerin en başında gelmesine rağmen zararlı emisyonlardan ve kirlilikten dolayı, yılda G.S.M.H.'nin %6'sı yani Yüzaltımilyar DM. kaybı vardır (1987).
Türkiye'de bu kayıp çok daha büyük olabilir, çünkü çevre ile ilgili kayıpları tespit etmek çok zordur. Bunun için sağlıklı bir araştırmaya da sahip değiliz. Öncelikle Almanya benzeri araştırmaların ülkemizde de yapılması gerekmektedir
ÇEVRE KİRLİLİĞİ VE SONUÇLARI :
Doğu Almanya'da bir sanayi şehri olan Leipzik'de ortalama hayat seviyesi daha düşüktür. Kış günlerinde hava kirliliğinden araçlar gündüz farlarını yakmak zorunda kalmaktadır. Espenhain kasabasında her beş çocukdan dördü yedi yaşından önce kronik bronşit ve kalp hastalıklarına yakalanmaktadır. Sebebi kömürle çalışan enerji santrallerinin bacalarından çıkan ve her yıl içinde Dörtyüzbin ton Sülfürdioksit taşıyan sarımsı renkte bir buluttur.
Çevre temizliği için gösterilen gayretler bir lüks değil hayatta kalma mücadelesidir. Bir kömür işletmesinin bulunduğu Romanya'nın kasabası Copsa Mica'da ağaçlardan çimenlere herşey sanki mürekkebe batırılmış simsiyahtır: Atlar bile burada ancak birkaç sene kalabiliyor, sonra başka bir yere götürülmeleri gerekli, yoksa ölmeleri kaçınılmaz.
Sanayi alanında temel yakıt olan Linyit kömürü kullanan doğu bloke ülkeleri atmosfere her sene Yirmialtımilyon ton Sülfürdioksit atmaktadır. Bunlarda asit yağmuru şeklinde suya ve toprağa geri dönmektedir. Linyit kömürünün diğer yan ürünleri kanser yapıcı ürünlerdir. Uzun vadede karbonmonoksit ve karbondioksit iklim değişikliklerine sebep olabilir.
Baltık denizi, Polonya, Doğu Almanya ve Litvanya'nın sanayi artıklarının bir çöplüğü haline gelmiştir.
Her gün çöp dolu yüzlerce kamyon Doğu Almanya'ya geçmekte ve yılda Dörtbuçuk milyon ton çöp, curuf ve zehirli maddeden oluşmuş Kırkbin tonluk artık Doğu Almanya'ya gönderilmiştir.
ABD'deki çevre kirliliği için şu iki misal verilebilir; Bir insan kahve içmek için senede yaklaşık Altıyüz plastik bardak kullanmaktadır. Dokuzmilyon bebeğin kullandıktan sonra atılan bezlerinin bir senelik miktarı Onbeşmilyar adettir.
Özetle, batılı düşüncenin tabiatla mücadelesi ondan sınırsız faydalanma ve hatta savaş derecesine vardığı için çevreyi kirletmekten çekinmemiştir. Kirlenen çevreyi temizlemek, öncelikle onu kirleten insanın fikirlerindeki temizlik düşüncesi ile olacaktır .
Kaynak:Yr.Dç.Dr. KEMAL DEMİRCİ
Etiketler:
ÇEVRE,
ÇEVRE MÜHENDİSİ,
DOĞAL,
EKO TARIM,
EKO TURİZM,
EKOLOJİ,
ORGANİK,
SAĞLIK,
YAŞAM
BİYOLOJİK ÇEŞİTLİLİĞİN EKOLOJİ-ÇEVRE SAĞLIĞI BAKIMINDAN ÖNEMİ
Ekoloji: Konut, biyoloji biliminin bir kolu. Çevre: ise, bizleri kuşatan yakın yerler. Çevresel bir olay olarak kirlenme, çölleşme, biz insanların neden olduğu, sonuçlarından insanların zarar görüp acı çektiği, savaşımını da yine insanların yaptığı, insanlığın bu gününü ve yarınını yakından ilgilendiren çevresel bir sorundur. Turizm’se: Dinlenmek, görmek ve tanımak gibi amaçlarla yapılan gezi. Bir varlığın önemle korunması. Bir şeyin nitelik ve nicelikçe değeri olma duru, ehemniyet işleri önem sırasına göre yapılması.
A) BİYOLOJİK ÇEŞİTLİLİĞİN EKOLOJİ-ÇEVRE SAĞLIĞI VE TURİZM BAKIMINDAN ÖNEMİ: Bütün canlıların ekolojik açıdan yaşam süreçlerinin oksijen, karbondioksit, besin maddeleri, su ekonomileri ile biyokütle üretimi, doğal döngüler gibi fonksiyonları düşündüğümüz zaman, birçok yaşam süreçlerinde biyoçeşitliliğin önemini kolayca anlarız. Öyle ki; Yedigöller ve Uludağ gibi rekreasyon ve insan sağlığı bakımından son derece önem taşıyan Milli Parklar düşünülecek olursa bunların çevre, insan ilişkileri açısından ne kadar büyük ve önemli rol oynadığını sanırım daha iyi anlarız. Örneğin: Köyceğiz Dolayın da deniz kaplumbağalarının korumaya alınmasından sonra, burayı merakla gelip ziyaret eden turistler sayısında tahmin edilenin üstünde büyük bir artış olması açısından, biyolojik çeşitliliğin turizm bakımından önemi daha da artmıştır. Düşünebiliyor muyuz? “Hayat yalnız kendini beslemek değil, çoğalmak ve meyve vermektir.” Öyle ki, “Yazar eseri değil, eser yazarı yaratır.” Bizler de sağlığımız için çevreyi sağlıklı kılalım. Her gün akşamları Kozan’ımızın sisli gibi bir hava ile kaplı oluşu sanırım sağlığımızı olumsuz yönde etkilemektedir. Bu çevre konusuna yaşamımız müsait gelirse Haziran ayında çevre gününe erişebilirsek geniş geniş anlatmaya çalışacağız.
Doğanın ekolojik, ekonomik, sağlık, kültürel, çevresel ve tarihsel birçok hizmetleri vardır. İşte Ülkemizin özgün biyolojik çeşitliliğini simgeleyen Kasnak Meşesi, Sığla Ağacı, Akdeniz Foku gibi canlılar toplumun da, biyoçeşitliliğin bilim, eğitim ve turizm açısından öneminin yadsınamaz birer belgeleridir.
B)BİYOÇEŞİTLİLİĞİN KORUNMASI: Biyoçeşitliliğin kısa olsa da buraya kadar açıklanan çeşitli alanlardaki çok önemli işlevleri anımsanırsa, bütün canlı türlerinin neden ve niçin mutlak surette korunmasının gerektiğini kolayca anlaşılır. Esas sorun bu korunmanın nasıl yapılacağı ve bunda nasıl başarılı, verimli olunabileceğidir. Çünkü; bütün dünya da DOĞAL VARLIKLAR inanılmaz bir hızla azalmakta olduğu gibi bunlardan bazılarının türlerinin yok olmasının üzücü yönleridir. Aşağıdaki sayısal değerler bu yok oluş hızının somut örneklerindendir.
a)Geçirdiğimiz son 100 yılda yaklaşık 30.000 bitki türünün hepsi yok olup gitmiştir.
b)Bitki ve hayvan türlerinin halen günde üç canlı türünün soyu-sopu tükenmekte.
c)Afrika’da son 20 yıl içinde fildişi için 750.000 fil öldürülmüştür. Bizde de kartalın türünün azaldığı tespit edilmiştir.
d)Yurdumuz’daki ormanlarımızın 1950-1980 yılları arasında ormanlarımızın % 25’i yok edilmekle kalınmayarak,bu durum daha da artmıştır. Dahası orman içi köylüler kaçak tarla açmışlar, bunlarda ödüllendirilircesine açma yapanlara yeni yasa gereğince üzerlerine tapulandırılmıştır.
e)Dünyamız da halen dakikada elli dönümün üzerinde ormanlık alanın yok edildiği tespit edilmiştir. Bu durumsa; Biyolojik çeşitlilik, ekonomik, çevresel, sosyal ve kültürel yönden hiçte iç açıcı olmadığı anlaşılmaktadır.
Bu sayısal değerler, yalnız dünya üzerinde değil, Ülkemiz için de bütün canlı varlıkların türlerinin korunması gerektiğini göstermektedir. Ancak, biyoçeşitliliğin bakılıp, korunmasında karşılaşılan bazı ilginç güçlükler doğuyor. Canlı varlıkların ekonomik değeri, sanayi, tıp, eczacılık ve kültürel yönden önemini aklımızdan çıkarmayalım. Doğanın yararlarını bildiğimize göre; hem resmi kuruluşlar, hem de kamu kuruluşlar TEMA’YA destek vermelidir. Yok olan doğa varlıkları sağlığımızın olumsuz etkilenmesi demektir. Olmasa da olur demeyelim. Olmazsa olmayız. Ancak bugün göze bile çarpmayan küçük bir çiçeğin, hatta bir hayvan türünün, gelecekte en amansız hastalıklara karşı kullanılabilecek bir ilacın hammaddesi olup, olmayacağını kimse bilememektedir. Hiç düşünüyor muyuz? Böyle bir canlının yaşamımız üzerindeki olumlu yararlarını?
Öyle ki: Kan kanserine karşı kullanılan etkili bir ilacın hammadde kaynağı olan CATHARONTHUS ROZEUES Bitkisi bunun bir tipik örneğidir. Bu çeşitli bitkinin, tipik ve eczacılıktaki değeri anlaşıldığı zaman yaşadığı ortamın % 90’ı ormanlarla birlikte ortadan kaldırılmış, yok edilmiştir. Yine: Kalp rahatsızlığı için: 100 gr. Ispanak tohumu, 100 gr. Oğul otu, 600 gr. Balla macun yapılıp yendiği zaman faydalı olduğunu.
Kaynak :RehberlikServisi
A) BİYOLOJİK ÇEŞİTLİLİĞİN EKOLOJİ-ÇEVRE SAĞLIĞI VE TURİZM BAKIMINDAN ÖNEMİ: Bütün canlıların ekolojik açıdan yaşam süreçlerinin oksijen, karbondioksit, besin maddeleri, su ekonomileri ile biyokütle üretimi, doğal döngüler gibi fonksiyonları düşündüğümüz zaman, birçok yaşam süreçlerinde biyoçeşitliliğin önemini kolayca anlarız. Öyle ki; Yedigöller ve Uludağ gibi rekreasyon ve insan sağlığı bakımından son derece önem taşıyan Milli Parklar düşünülecek olursa bunların çevre, insan ilişkileri açısından ne kadar büyük ve önemli rol oynadığını sanırım daha iyi anlarız. Örneğin: Köyceğiz Dolayın da deniz kaplumbağalarının korumaya alınmasından sonra, burayı merakla gelip ziyaret eden turistler sayısında tahmin edilenin üstünde büyük bir artış olması açısından, biyolojik çeşitliliğin turizm bakımından önemi daha da artmıştır. Düşünebiliyor muyuz? “Hayat yalnız kendini beslemek değil, çoğalmak ve meyve vermektir.” Öyle ki, “Yazar eseri değil, eser yazarı yaratır.” Bizler de sağlığımız için çevreyi sağlıklı kılalım. Her gün akşamları Kozan’ımızın sisli gibi bir hava ile kaplı oluşu sanırım sağlığımızı olumsuz yönde etkilemektedir. Bu çevre konusuna yaşamımız müsait gelirse Haziran ayında çevre gününe erişebilirsek geniş geniş anlatmaya çalışacağız.
Doğanın ekolojik, ekonomik, sağlık, kültürel, çevresel ve tarihsel birçok hizmetleri vardır. İşte Ülkemizin özgün biyolojik çeşitliliğini simgeleyen Kasnak Meşesi, Sığla Ağacı, Akdeniz Foku gibi canlılar toplumun da, biyoçeşitliliğin bilim, eğitim ve turizm açısından öneminin yadsınamaz birer belgeleridir.
B)BİYOÇEŞİTLİLİĞİN KORUNMASI: Biyoçeşitliliğin kısa olsa da buraya kadar açıklanan çeşitli alanlardaki çok önemli işlevleri anımsanırsa, bütün canlı türlerinin neden ve niçin mutlak surette korunmasının gerektiğini kolayca anlaşılır. Esas sorun bu korunmanın nasıl yapılacağı ve bunda nasıl başarılı, verimli olunabileceğidir. Çünkü; bütün dünya da DOĞAL VARLIKLAR inanılmaz bir hızla azalmakta olduğu gibi bunlardan bazılarının türlerinin yok olmasının üzücü yönleridir. Aşağıdaki sayısal değerler bu yok oluş hızının somut örneklerindendir.
a)Geçirdiğimiz son 100 yılda yaklaşık 30.000 bitki türünün hepsi yok olup gitmiştir.
b)Bitki ve hayvan türlerinin halen günde üç canlı türünün soyu-sopu tükenmekte.
c)Afrika’da son 20 yıl içinde fildişi için 750.000 fil öldürülmüştür. Bizde de kartalın türünün azaldığı tespit edilmiştir.
d)Yurdumuz’daki ormanlarımızın 1950-1980 yılları arasında ormanlarımızın % 25’i yok edilmekle kalınmayarak,bu durum daha da artmıştır. Dahası orman içi köylüler kaçak tarla açmışlar, bunlarda ödüllendirilircesine açma yapanlara yeni yasa gereğince üzerlerine tapulandırılmıştır.
e)Dünyamız da halen dakikada elli dönümün üzerinde ormanlık alanın yok edildiği tespit edilmiştir. Bu durumsa; Biyolojik çeşitlilik, ekonomik, çevresel, sosyal ve kültürel yönden hiçte iç açıcı olmadığı anlaşılmaktadır.
Bu sayısal değerler, yalnız dünya üzerinde değil, Ülkemiz için de bütün canlı varlıkların türlerinin korunması gerektiğini göstermektedir. Ancak, biyoçeşitliliğin bakılıp, korunmasında karşılaşılan bazı ilginç güçlükler doğuyor. Canlı varlıkların ekonomik değeri, sanayi, tıp, eczacılık ve kültürel yönden önemini aklımızdan çıkarmayalım. Doğanın yararlarını bildiğimize göre; hem resmi kuruluşlar, hem de kamu kuruluşlar TEMA’YA destek vermelidir. Yok olan doğa varlıkları sağlığımızın olumsuz etkilenmesi demektir. Olmasa da olur demeyelim. Olmazsa olmayız. Ancak bugün göze bile çarpmayan küçük bir çiçeğin, hatta bir hayvan türünün, gelecekte en amansız hastalıklara karşı kullanılabilecek bir ilacın hammaddesi olup, olmayacağını kimse bilememektedir. Hiç düşünüyor muyuz? Böyle bir canlının yaşamımız üzerindeki olumlu yararlarını?
Öyle ki: Kan kanserine karşı kullanılan etkili bir ilacın hammadde kaynağı olan CATHARONTHUS ROZEUES Bitkisi bunun bir tipik örneğidir. Bu çeşitli bitkinin, tipik ve eczacılıktaki değeri anlaşıldığı zaman yaşadığı ortamın % 90’ı ormanlarla birlikte ortadan kaldırılmış, yok edilmiştir. Yine: Kalp rahatsızlığı için: 100 gr. Ispanak tohumu, 100 gr. Oğul otu, 600 gr. Balla macun yapılıp yendiği zaman faydalı olduğunu.
Kaynak :RehberlikServisi
Etiketler:
ÇEVRE,
ÇEVRE MÜHENDİSİ,
DOĞAL,
EKO TARIM,
EKO TURİZM,
EKOLOJİ,
ORGANİK,
SAĞLIK,
YAŞAM
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)