YENİLENEBİLİR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YENİLENEBİLİR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Şubat 2009 Çarşamba

Sürdürülebilir Kalkınma

Sürdürülebilir Kalkınma  

1987 yılında Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu (World Commission for Environment and Development) Brundtlad Raporu’nda Sürdürülebilir Kalkınma’yı şu şekilde tanımlamaktadır. “Gelecek nesillerin, ihtiyaçlarını karşılama yetenek ve olanaklarını kısıtlamaksızın, bugünkü ihtiyaçların karşılanması”. 

Bu kavramla, bireyler arası ekonomik eşitsizlik sorununa ek olarak nesiller arasında doğal kaynakların kullanılmasında ki fırsat eşitsizliği sorunu da ortaya çıkmıştır. Kısacası marjinal ekonomik büyümeyle marjinal ekolojik kaynak kullanma aynı kapsamda görülmüştür. 

Sosyal Adalet kavramına geniş bir açıdan bakıldığında içinde Çevresel Adalet kavramının büyük ölçüde yer aldığı anlaşılır. Gelecek nesillerin, yaşanabilir bir çevreyi ve doğal kaynaklar açısından içi boşaltılmamış bir Dünya’yı miras almaları sadece sosyal adalet açısından değil etik olarak da tartışmasız kabul edilmesi gereken bir gerçektir. 

Ekonomik büyüme, çağımızın temel paradigmasıdır. Son iki yüz yıl içinde, insanlığın yüz yüze kaldığı en önemli üç sorun;  nüfus artışı, bireyler arası paylaşım sorunu ve  işsizlik sorunudur. Her üçünde de sorunun çevresel boyutu ihmal edildiğinden, bu sorunların üstesinden gelindiği düşünülen optimum süreçlerde dahi ekonomik büyüme sağlanamamıştır. Dünya’nın bugünkü durumuna bakıldığında doğal kaynakların genellikle bir defada kullanılarak tüketildiği ve atıkların üretildiği “Tek Geçişli” (Through Put Growth) ekonomilerin sağladığı büyümenin, tam hedefi bulamadığı açıkça izlenmektedir. Bu tür, sürdürülebilirliği düşünülmeden planlanan ekonomik büyümelerde, ekonomik açıdan büyürken fakirleşmek en olası sonuçtur. Sadece, gayri safi milli gelir düzeyindeki artış ile ekonomik büyümeyi saptamak, kalkınmanın sürdürülebilirliğinin ne olduğunu anlamamaktır. Bu kavramı uygulayabilmemiz için; öncelikle, ekonomilerin maddesel çerçevenin dışına çıkarılması, kalkınmanın niceliksel büyüme yerine niteliksel gelişme felsefesinin içine yerleştirilmesi, teknolojik ve sosyolojik her gelişimin bugünün olduğu kadar geleceğin ihtiyaçlarına da cevap vermesini benimsememiz gerekir. Nicelik ve nitelik arasındaki farkın toplumun tüm bireyleri tarafından algılanmasının bir başka faydası da, halkın, kendi sorunlarının çözümünde kalıcı bir formül arayışına girmesini ve getirilen çözümlerdeki yanlışları sorgulamasını sağlamasıdır.”

Sürdürülebilir kalkınmanın ana prensipleri 6 başlık altında özetlenebilir:

Çevre: Doğanın fiziksel taşıma kapasitesi, kaynak kullanımımıza ve yaptığımız pek çok aktiviteye kısıtlama getirmemizi gerektirir. Aksi halde geriye, bizden sonraki nesillere yaşayabilecekleri bir dünya bırakamayız. 

• Gelecek: Kendi ihtiyaçlarımızı karşılarken, gelecek kuşaklara onlarında kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bir dünya bırakmak zorunda olduğumuzu unutmamalıyız. 

• Hayat Kalitesi: İnsan refahının sadece maddesel değil, aynı zamanda sosyal, kültürel, ahlaki ve ruhsal boyutlara da bağlı olduğu unutulmamalıdır. 

• Adalet: Refah, şanslar ve sorumluluklar ülkeler arasında ve aynı ülkedeki farklı sosyal gruplar arasında adil şekilde paylaştırılmalıdır. Fakir ve bazı kısıtlamalarla yüzyüze olanların ihtiyaçları ve hakları mutlaka göz önüne alınmalıdır. 

• Tedbirsel Prensipler: Eğer, herhangi bir hareketin ve gelişimin çevresel etkilerinden çok emin değilsek daha çok tedbir alınmalıdır. 

• Bütünsel Düşünme: Eğer, karmaşık bir sürdürülebilirlik problemiyle karşı karşıya isek, bu problemin içerdiği tüm faktörler çözüme dahil edilmelidir. 

Sürdürülebilir kalkınma olgusunu benimsemek, kişiyi hem yöresel, hem küresel düşünmeye ve davranmaya zorlar. Dolayısıyla, alınan her karar, yapılan her uygulama bireysellikten çıkartılıp, çoğula ve hatta uluslar arası platforma taşınmak zorunda kalır. 

Sürdürülebilir kalkınmanın tartışılmaz ve birbirinden ayrı irdelenemez 3 boyutu vardır:

Sosyal Boyut: Sürekli eğitim ile, kişilere “Hayat Kalitesinin Arttırılmasının” kendilerine ve sonraki nesillere sağlayacağı faydalar anlatılmalıdır. 
Ekonomik Boyut: Yeryüzündeki her kaynak sınırlıdır. Dolayısıyla, elimizdeki kaynak ne olursa olsun, bu kaynağın insan yaşamının kalitesini arttırabilecek biçimde nasıl en adil dağıtılabileceğinin yolu bulunmalıdır. 
Çevresel Boyut: Geri dönüşümlü olsun ya da olmasın, her doğal kaynağın, devamlılığını sağlayabilecek ve yaşam kalitemizi arttırabilecek şekilde kullanımı hedeflenmektedir. 

Öncelikle karar verilmesi gereken konu, çevrenin mi ekonominin, yoksa ekonominin mi çevrenin bir parçası olduğudur. Ekonomistler çevreyi ekonominin alt dalı olarak görürken ekologlar bunun tam tersini savunmaktadırlar. Bu tartışmalar sonucu ekonomi ile dünyanın ekosistemleri arasındaki ilişki giderek gerilimli bir hal almakta ve büyük ekonomik kayıplar ortaya çıkmaktadır. Bizlerin görevi, daha önceki uygarlıklarda olduğu gibi çevre tahribi uzun vadeli ekonomik düşüşe yol açmadan bu trendleri yumuşatmak ve birbirleriyle uyumlaştırmak olmalıdır. Ekologlar, her tür ekonomik faaliyetin (aslında hayatın) dünyanın ekosistemlerine dayalı olduğunun bilinci içerisinde milyonlarca türün, birbirlerine, besin zincirleri, besin maddesi döngüleri, hidrolojik döngüler ve iklim sistemi ile bağlanmış şekilde yaşadıklarını ve zincirdeki en ufak kopmanın dengeleri alt üst edeceğini iddia ederek üretime yönelik faaliyetlere karşı oldukça çekinceli bir davranış sergiliyorlar. Ekonomistler ise hayatın reel devamını sağlayacak üretimleri optimize etmeye çalışırlarken işin çevresel boyutuna pek de önem vermiyorlar. 

Diğer bir anlatımla, Ekonomistler küresel ekonominin ve uluslar arası ticaret ve yatırımın emsalsiz gelişimine bakıp benzer bir gelecek görüyorlar. 1950’dan beri bir dünya ekonomisinin yedi katına çıkmasından, mal ve hizmet çıktılarının 6 trilyon $’dan 2000 yılında 43 trilyon $’a yükselmesinden ve yaşam standartlarının daha önceleri hayal edilemeyecek seviyelere ulaşmasından kendilerince haklı bir gururla söz ediyorlar. Ekologlar ise aynı büyümeye bakıyor ve bunun yüksek miktarda ucuz fosil yakıtlarının yakılmasının bir ürünü olduğunu ve bunun iklim değişikliğine yol açtığını söylüyorlar. Ekologlar gelecekte daha da şiddetli sıcak dalgalarının, daha yıkıcı fırtınaların, eriyen buzulların ve nüfuslar arttıkça toprak alanların daha da daralmasına yol açacak deniz seviyesi artışlarının olacağını biliyorlar. Ekonomistler hızla yükselen ekonomik göstergelerle ilgilenirken, ekologlar sonuçlarını kimsenin öngöremeyeceği iklim değişmesine yol açan bir ekonomiye dikkat çekiyorlar. 

Elbetteki üretmeden, üretimi paraya çevirmeden yaşamak gibi bir hayal kurma lüksümüz yok. Şu halde; soruna bir bütün olarak bakarak ekosistemi alt üst etmeden üretmenin yolunu bulmalıyız. Bu noktada karşımıza yeni bir terminoloji çıkıyor. “EKO-EKONOMİ”. Bu yeni terim; bazılarının ekonomik gelişmeyi engelleyici, üretimi kısıtlayıcı bir engel olarak gördükleri “SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA” olgusunun aslında ekonomik gelişmeyi engelleyen, üretimi kısan değil tam tersine ekonomik kazanç ile tüketicilerin yaşam kalitelerini iyileştirme amaçlarının arasındaki sinerjiyi arttırıcı bir anlam taşıdığını; net olarak tanımlamak üzere kullanılmaktadır. 

7 Şubat 1992’de imzalanan Maastricht Antlaşması’nın 2. maddesinde topluluğun görevlerinden birinin; 
“Topluluk içinde ekonomik hayatın uyumlu ve dengeli gelişimini; anti-enflasyonist, istikrar içinde ve çevresel bakımdan da tatmin edici bir ekonomik büyüme ile sağlamak” olduğu belirtilmiştir. 

Görüldüğü gibi Maastricht’in 2. maddesi 1987 Brundland Raporu’nda tanımlanan SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA olgusunun bir uzantısıdır. 
Maastricht Antlaşması’nın XVI. başlığı altındaki 13OR maddesinde düzenlenen hedefler şöyledir: 

Çevre kalitesinin korunması ve iyileştirilmesi 
• İnsan sağlığının korunması
• Doğal kaynakların dikkatli ve rasyonel kullanımı
• Uluslar arası düzeyde, bölgesel ya da evrensel çevre sorunlarıyla mücadele etmeyi hedefleyen tedbirlerin alınması 

Komisyon, Maastricht Antlaşması’nda “Çevreye verilen zararların kaynağında düzeltilmesi” ve “Kirleten öder” ilkelerini geliştirerek 18 Mart 1992’de 5. Çevre Eylem Planı’nı kabul etmiştir. “Çevreyi kirlenmeden önce koruma ilkesi” ve “Ortak sorumluluk İlkesi” 5. Eylem Planı’nın ana temalarıdır. 

5. Çevre Eylem Planı’nın öncelikli faaliyet alanları şöyle sıralanmaktadır: 

Doğal kaynakların sürdürülebilir kalkınmayı sağlayabilecek biçimde kullanılması
• Kirlilik kontrolü ve atık yönetiminin aynı paralelde yürütülmesi
Yenilenemeyen enerji kaynaklarından mümkün olduğunca az yararlanılması
• Kentsel alanlarda çevre kalitesinin yükseltilmesi ve yerleşime ilişki
• tedbirlerin alınması
• Kamu sağlığı ve güvenliğinin yerleştirilmesi


ÇEVRE ve SANAYİ-SÜRDÜRÜLEBİLİR ENDÜSTRİYEL BÜYÜME

5. Çevre Eylem Programı’nda, endüstriye dikkat çekilmekte ve çevre kirliliğinin en önemli sebeplerinden biri olarak gösterilmektedir. Bilindiği gibi, Türkiye’de üretim yapan firmaların % 99.8’i KOBİ kapsamına girmektedir. Dolayısıyla 5. Çevre Eylem Programı’nda KOBİ’lere yönelik öngörülen tedbirler çok kısa bir süre içerisinde yaptırımlar haline gelecek ve bu tedbirleri almayan firmalar ticari hayatlarını noktalamak zorunda kalacaklardır. 

Çünkü, Türkiye çevre mevzuatında yer alan standartları benimsemediği taktirde rekabeti bozduğu gerekçesiyle cezalandırılacak ve Türk firmalarının dış pazara girmesi engellenecektir. 

Eylem planında öngörülen tedbirleri şu şekilde özetleyebiliriz: 
• Endüstri ile diyalogun güçlendirilmesi 
• Materyal ve stratejik planlamanın geliştirilmesi
• Üretim süreci kontrolünün yapılması
• Üretim sürecinde çevreye duyarlı teknolojinin kullanılması
Yenilenebilir enerji kaynakları kullanımının desteklenmesi
• Daha güvenilir ürün standartları konulması
• Sertifikasyon uygulamaları yaygınlaştırılmalıdır. 
• Atıkların ıslahının yapılması ve yeniden kullanılabilme teknolojisine yatırım yapılmalıdır.
• ÜRÜN KALİTESİ BELİRLEME LABARATUVARLARI kurulmalıdır. 
• Hizmet içi eğitimler verilmelidir.

Ekonomik unsurların çevresel unsurlara çevresel unsurlarında ekonomik unsurlarca dahil edilebilmesi için;

A- Üreticilere: 
• Atık Yönetimi (Geri Kazanım)
• Üretim Metotları
• Teknolojik Gelişmenin Önemi

Konularında eğitimler verilmeli ve böylece KAPASİTE GELİŞİMLERİ’nin kazanacağı ivme vurgulanmalıdır.

B- Üreticilerin dış pazar konusunda bilinçlenmeleri sağlanmalı, ancak 5. Çevre Eylem Planı’nda belirtilen standartlarda ve koşullarda üretim yapmadıkları takdirde rekabeti bozdukları gerekçesiyle dış pazara girmelerinin mümkün olamayacağı vurgulanmalıdır. Böylece KOBİ’ler hem uygun projelere yönlendirilebilecek hem de bütçelerinden çevre yatırımlarına pay ayırmak zorunda kalacaklardır.


ÇEVRE ve TARIM-SÜRDÜRÜLEBİLİR KIRSAL KALKINMA

Üretimin önemli bir bacağının tarıma dayalı olduğu düşünülürse, tarım ve çevre politikalarının da uyumlaştırılması gerekliliği de açıkça ortaya çıkar. 5. Eylem Programı, kırsal kalkınma konusunda kapsamlı ve bütünsel bir yaklaşım içindedir. Bu bağlamda; 

• Kırsal kesim ekstansif üretimden entansif üretime yönlendirilmelidir.
• Tarımsal faaliyetlerin Gıda kodeksine uygun yapılması sağlanmalıdır.
Organik çiftçilik gibi yoğun olmayan tarım teknikleri kullanılmalıdır.
• Tarım araçları düzenli kullanılmalıdır. 
• Tarım kimyasalları uluslar arası alanda benimsenmiş prensiplere göre kullanılmalıdır. 
Çevre ile uyumlu teknoloji kullanan girişimcilere devlet desteği sağlanmalıdır.
• Su kaynakları yönetimi uygulanmalıdır. 
• Tarım arazilerinin amaç dışı kullanımı yasaklanmalıdır.
• Dezavantajlı bölgelerde, tarım dışı gelir getirici faaliyetler desteklenmektedir.
Orman eko sisteminin korunması için orman köyleri gelir getirici faaliyetler anlamında desteklenmelidir.
• Çölleşme ve erozyona karşı tedbir alınmalıdır.
Ekosistemlerin korunmasına ilişkin önlem alınmalıdır.
Doğal çayır ve meraların doğal karakterini korumasına yönelik tedbirler alınmalıdır.

ÇEVRE ve HUKUK-ÇEVRE HAKKI 

Çevrebilimin, çevreyi koruma ve çevre sorunlarını gidermeye yönelik çalışmaları, yeni bir hukuk dalı olan çevre hukukunun doğmasına neden olmuştur. Ancak, ülkemizde, hukuki yaptırımlar kifayetsizdir. Çevre ile Kalkınmanın uyumlaştırılmasına yönelik yaklaşımları engelleyen, tedbirleri geciktiren ya da yetkisini azaltan her türlü aksaklık, hukuki düzenlemeler ile ortadan kaldırılmalıdır. Örneğin Mevcut İmar Planlama Sistemi ve bu sistemin hukuki esasını meydana getiren 3194 sayılı İmar Kanunu, modern çevre ve ekolojik öğeleri kapsamamaktadır. Aynı bağlamda, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, 6831 sayılı Orman Kanunu, 3621 sayılı Kıyı Kanunu, 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu’da, 2872 Sayılı Çevre Kanunu gibi, günün ihtiyaçlarına tam anlamıyla cevap verememektedir. Her ne kadar kanun ile yerel yönetimlere ve mülki idarelere bazı yetkiler verilmişse de, teknik donatım ve alt yapı yetersizlikleri, nitelikli personel ve kaynak yetersizliği dolayısıyla yetkiler etkin kullanılamamaktadır. İlgili kanun, AB müktesebatı paralelinde, ülkemizin gerçekleri doğrultusunda, uzman görüşleri ve STK ların tavsiyeleri ışığında tekrar elden geçirilmelidir. Ancak, bu yenilenme yapılana kadar, şu an uygulamada olan kanunun etkin biçimde kullanılmasına öncelik verilmelidir. 

Çevre Hukuku’nda ki gelişmelerin sonucu, ‘Çevre Hakkı’ olarak tanımlanan bir insan hakkının ortaya çıkması ve bu hakkın, uluslar arası ve ulusal seviyede birçok belgede ve anayasada yer almasına yol açmıştır. Mevcut Anayasamızın, 56. Maddesinde yer alan ‘Çevre Hakkı’nın küresel gelişmelere ve AB normlarında ki kullanış biçimlerine uyumlu hale gelmesi için, bu hakkın üç aşamalı haklar silsilesi olarak değerlendirilmesi gerekmektedir.

• Bilgiye Erişim Hakkı
• Karar Mekanizmalarına katılım Hakkı
• Yargıya Başvuru Hakkı

Her ne kadar bilgiye erişim hakkı, anayasanın 74. maddesinde ‘Bilgilenme hakkı’ olarak yer alıyorsa da, Türkiye’de bilgiye ulaşmayı sağlayan güçlü bir mekanizma yoktur. Bu durum ülkemizde yaşanan çevre sorunlarının önemli nedenlerinden biridir. Daha çok bilgilenmiş halk, hem çevreyi korumakla ilgili olarak daha duyarlı davranır, hem de çevre standartlarının uygulanmasında ısrarcı olur. Çevre sorunlarının çözümünde, Katılımcı Demokrasi kavramı bu noktada ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, güçlü bir hukuk sisteminin yanı sıra, Sivil Toplum Kuruluşları’nın etkinleşmesi toplumsal bilincin yükseltilmesi çevre yönetiminin toplam kalitesini yükseltecektir.

Her alanda olduğu gibi çevre yönetiminde de halkın devlete güvenmesi şeffaflık ilkesinin uygulanması ve hukuk sisteminin doğru çalışması ile sağlanabilir. Halk ‘Yargıya Başvuru Hakkı’ nı daha rahat kullanabildikçe, siyasal hukukun demokratikleşmesi sağlanabilecektir. 

Çevre Hakkı, yalnız yaşayan insanların değil, gelecek nesillerin de hakkını kapsamaktadır. Dolayısıyla, bu hakkın ihlali, yalnız günümüze ait değil, geleceğe ait bir hakkın da ihlalidir. 


ÇEVRE ve EĞİTİM 

Eğitim sistemimizde, Çevre Bilinci oluşturmaya yönelik hiçbir uygulama bulunmamaktadır. Gerek temel eğitimde ve gerekse de yetişkin eğitiminde kullanılan müfredatlara çevre bilincini geliştirecek ve konuyla ilgili toplumsal farkındalık yaratacak modüllerin yerleştirilmesi faydalı olacaktır. Bu gün, Avrupa Birliğine üye ülkelerde yaygın kullanımı amaçlanan vatandaşlık eğitimlerinde ‘Ecological Competence’ başlığında ki modüle yer verilmektedir. Modülde, doğanın korunmasının insan varlığının devamı üzerinde ki etkisi ve insanlığın bu yaklaşımdan elde edecekleri kazanımlar üzerinde durulmaktadır. 

Ayrıca, Bölge Üniversitelerinin desteklenmesi ve bu üniversitelerde bölgesel çevre sorunlarına ve bunların çözümlerine yönelik eğitim veren bölümlerin açılması da soruna kalıcı çözüm getirecektir. 

Gerek Devlette gerekse de özel sektörde AR-GE çalışmaları yapılmamaktadır. Bu sorunun üstesinden gelinmedikçe, ulusal gerçeklerle, uluslararası standartlar bağdaştırılamayacaktır.


ÇEVRE ve ENERJİ-YENİLENEBİLİR ENERJİ KAYNAKLARI

Çevre sorunlarının küresel bir tehdit olduğu bilinci içerisinde, enerji kaynaklarının yeniden gözden geçirilmesi ve en kısa zamanda alternatif çözümler getirilmesi gereklidir.

Çevre Dostu ve Yeşil Enerji olarak adlandırılan ‘Yeni ve Yenilenebilir Enerji Kaynakları’ kullanılarak büyük miktarda enerji sağlamak olasıdır. 

 
Jeotermal Enerji, potansiyel tespit edilip kullanımı başlatıldıktan sonra derinleştirilen kuyularla bir arttırılan bir kaynaktır. Ülkemizde sıcaklığı 40 
Derecenin üzerinde olan 140 jeotermal saha olduğu düşünülürse, elde edilebilecek enerjinin azımsanamayacak miktarda olacağı kolayca anlaşılır. 
İyi bir alan çalışması ile uygun sahaların tespit edilmesinin ardından, düzlemsel güneş kollektörleri ve rüzgar değirmenleri gibi son derece ucuz yatırımlarla, güneş ve rüzgar gibi iki doğa gücünü enerjiye çevirmek mümkündür. 
Ülkemizde, kaçak ağaç kesiminin sonucu, 5 milyon hektar bozuk orman alanı oluşmuştur. ‘Enerji Ormanı’ Projesi ile bu alanların üretime sokulması olasıdır. Ülkemizde, toplanan hayvan gübrelerinin biyogaz tesislerinde değerlendirilmesi sonucu elde edilen gübrenin kimyevi karşılığı, toplam 2 792 000 Ton/yıl’dır. Bunun elektrik enerjisi olarak karşılığı ise yaklaşık olarak yılda 24.5 milyon KWH olarak kabul edilmektedir. Bu konuda yapılacak ciddi bir çalışma sonucu, elde edilen enerji miktarının kat kat arttırılacağı aşikardır. 
Çöplerin düzenli depolanması sonucu oluşan ve %60’a yakını metan olan gazın bir enerji kaynağı olarak kullanılmaması bir enerji israfıdır. Ülkemizde, günde yaklaşık 65 bin ton çöp üretildiği ve ülkemizde bulunan 3215 belediyeden sadece 11’inde düzenli depolama yapıldığı düşünüldüğünde israfın boyutu ortaya çıkmaktadır. 
Üç tarafı denizlerle çevrili olan ülkemizde, dalga enerjisinden henüz yararlanılmamaktadır. Her ne kadar tüm kıyılarda dalga enerjisi tesisi kurulması olası değilse de, konuyla ilgili olarak yapılacak çalışmalar, yerel çözümler getirebilir. 

Türkiye’de, elektrik üretiminin %38.5’u hidrolik kaynaklardan karşılanmaktadır. Bu miktar 124:5 milyar KWH olarak hesaplanmıştır. Bu miktarın ancak 36.341 milyar KWH’i kullanılmaktadır. Elde edilen enerjinin %29’unun hizmete sunulmuş olması anlaşılmazdır.

ÇEVRE ve DEVLET

 Avrupa Birliği ülkeleri tarafından yaygın olarak kullanılan gönüllü anlaşmalar, son yıllarda ülkemizde de uygulanmaya başlamıştır. Çevre Kanunu’nun “Çevresel Etki Değerlendirmesi” başlığını taşıyan 10. maddesi uyarınca; 

‘Gerçekleştirmeyi planladıkları faaliyetleri sonucu çevre sorunlarına yol açabilecek kurum, kuruluş ve işletmeler bir “Çevresel Etki Değerlendirme Raporu” hazırlarlar. Bu raporda çevreye yapılabilecek bütün etkiler göz önünde bulundurularak çevre kirlenmesine sebep olabilecek atık ve artıkların ne şekilde zararsız hale getirilebileceği ve bu hususta alınacak önlemler belirtilir’. 

Raporların uygun olup olmadığı Çevre Bakanlığı’nca saptanır. Geçerli olanlar İnceleme Değerlendirme Komisyonu’na yönlendirilir. Değerlendirme yapıldıktan sonra Komisyonun olumlu ya da olumsuz görüşü Bakanlığa bildirilir. Olumsuz görüş alan kurum kuruluş ve işletmelerin faaliyetleri için onay, izin, teşvik ve ruhsat verilemez; uygulama imar planı, mevzii imar planı ve bunlarla ilgili ilaveler ile değişiklikler onaylanamaz ve ihale edilemezler. 

ÇED yönetmeliği yürürlüğe girmiş olmasına rağmen, değerlendirmenin dayandırılacağı veri tabanının ve bilginin eksikliği, değerlendirmeyi yapacak insan gücünün kifayetsizliği ve diğer yapısal sorunlar nedeniyle uygulama sınırlı ve yolsuzluğa elverişlidir. 

Çevre Bakanlığı, çevreden sorumlu diğer kuruluşlarla koordinasyon ve işbirliği içinde çalışmasını kolaylaştıracak bir yapılanma içine sokulmalıdır. Tüm kurumlar arasında işbölümü ve işbirliği sağlamaya yönelik mekanizmalar geliştirilmeli, etkili ve eşgüdüm içinde çalışan bir ÇEVRE DENETİM ÜST KURULU oluşturulmalı, bu bağlamda yerel yönetimler bünyesinde çevre birimleri kurulmalıdır. Böylece çevre konusuna ayrılan kaynakların amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığı da kolayca takip edilebilecektir. 

Çevre Vergilerinden, Çevre Kirliliği Önleme Fonu’ndan toplanan kaynaklar dahi doğru kullanılsa, sorunun çözümüne yönelik bazı adımlar atılabilecekken, bu kaynaklar nerede harcandığı belli olmaz bir şekilde tüketilmektedir. Çevre sorunlarına kalıcı çözümler üretilmesi için, çevreye evrensel düzeyde ve bir bütün olarak sahip çıkılması, sorunların bilimsel düzeyde değerlendirilmesi, katılımcı-şeffaf bireyin ve sivil toplum kuruluşlarının rolünün güçlendirilmesi, yapısal dönüşüme giderek merkeziyetçi yapının yumuşatılması gerekmektedir.
Kaynak:www.isletme.biz